26 Temmuz 2016 Salı

BÖLÜM XIV : VARTO BİNGÖL DAĞLARI









Varto ikliminin kuzey kısmını tamamen çeviren Bingöl dağları, 3650 ve 2000 km murabbındadır. Sonbahar ve kış aylarında başı dumanlı bulunan bu dağlara her yıl ekim ayının başında beyaz karlar yağmış bulunur. Bingöllere yağan bu karlar her yıl mayısın sonlarına kadar yerde durur. En çok ocak ve şubat aylarında bu dağlardan kopan heybetli kar kasırgaları ve fırtınalar, bütün muhiti toza ve dumana büründürür. Ve gök gürültüsünü andıran bir sesle ilçe köylerine fırtınayı haber verir. Bu fırtına günlerinde kimse köyden dışarı çıkmaz ve bazan yolda fırtınaya tutulmuş yolcular varsa ya boğulur veyahut bin müşkülatla kurtulur. Mayıs ayı başında Bingöllerin karları erimeye başlarken ilçenin her yanından dereler çoşar, silabeler kızıl birer şerit gibi yanyana akarak derelere dökülür. Bu sırada dağların en yüksek zirveleri ve dağ etekleri yemyeşil kesilir.


Çeşit Oğuz boylarının, Selçuk, Harzem, Ak ve Karakoyunlu beylerin eski bir çadır kurağı olan Bingöl yayları doğu illerinin en zengin ve gönül avlayıcı dağlarıdır. Bu dağların güney eteklerinde: Varto ilçesi… kuzey eteklerinde: Hınıs ilçesi ve Tatos ilçesinin Gökoğlan bucağının bütün köyleri… doğusunda: Hınıs merkez bucağıyle Hınıs’ın Halil-çavuş bucağı köyleri… ve batısında: Karlıova’nın Kurt-yüzü bölgesi ve merkez bucağının köyleri vardır.


Bingöllerin güney kısmındaki dik, ve yüksek ve çıplak etekleri ve bu eteklerin üstünden düz görünen Bingöllerin sırtı geniş bir ova halindedir. Bu kısmında binlerce soğuk ve berrak pınar gözelerini fışkırtan çayı ve çimenli yaylalar vardır. Bu alandaki yaylalardan akan pınar gözeleri birleşerek yalnız Varto toprağında akan akıntılarda: Mengel, Kasmen, Civarik, Harik, Sorpalak, Sofyan, Köşkar, Hoşan nehri ve çaylarını teşkil etmişlerdir.


Bingöllerin doğu kısmı, taşlık ve sarp olmakla beraber aşağı eteklerinde sık pelit, ve kavrak meşelikleri vardır. Bu meşelerin içinden derin ve korkunç dereler geçer. Bu meşelerden yukarı görünen dağların sırtları sarp ve arızalıdır. Bu arızalı ve çıplak arazi içinde yer, yer görülen yeşil çayır kümelerinden ve yalçın kayalardan sayısız pınarlar akar. Bu gözelerden çıkan tatlı ve soğuk sular, bu kısımda derin ve karanlık dereler ve taşkın çaylar meydana getirmiştir. Mişko, Şahverdi, Benzer, Kurdu, Gündor dereleri adını alan bu deli çaylar, doğuya doğru akarak Hınıs ovasından geçip Malazgirt-Bulanık arasında Heftrenk nehri adıyla Murad’a dökülür.


Bingöl dağlarının kuzey cephesi çok geniş, az meyilli ve tamamen çayır ve çimenli olmakla beraber, arızalı ve dalgalıdır. Bu kısımda binlerce göze mevcuttur. Bazan bir çayırdan yanyana kırk-elli pınar akıyor ki, bunlara (kırk-pınar) adı verilmiştir. Bingöllerin kuzey kısmından çıkan bu sular ikiye ayrılmıştır. Kuzey doğu gözeleri; Harabe, Suvaran, Karakilise, Şeytan, Kosan, Güzeldere, Kalecik adlı yedi dere teşkil etmiştir ki, bu taşkın ve acayip dereler; Hınıs merkez bucağının Çarek köylerinden akarak ilçenin yanında birleşir, ilçe merkezinin şimal ve cenubundan geçerek Hınıs ovasının biteceği yerde Bingöllerin doğu kısmından kopup gelen Şahverdi, Zoru deresi nehriyle birleşip “Heftrenk” adı altında Murad’a karışır. Bu nehir Murad’a karışırken Murat’tan daha kuvvetlidir. Varto ilçesi alanında Murad’a karışan sular, ve yine fazlası Bingöllerden çıkan Kığı-Pertek nehri, ve Heftrenk suyu hesaba katılırsa: Murat nehrinin üçte ikisini yalnız Bingöl dağları teşkil ediyorlar.


Bingöllerin kuzey ve kuzey batı kısmının Kazangölü, Koğ ve çşit göllerle Kırkpınarlar ve sayısız gözlerinden çıkan sular, (Şuşar) Gökoğlan bucağı bölgesinde birleşerek Aras nehrini çok kuvvetli olarak teşkil ederler. Aras nehrinin menbaı Bingöl’ün Kazan gölüdür.


Bingöl dağlarının batı cephesi tamamen meyilli ve zengin meralardır. Bu mera ve yeşil çayırların bağrından fışkıran tatlı ve soğuk pınarlar, Karlıova’nın Kurt-yüzü mıntıkasında Kığı nehrinin fazlasını teşkil ederler, bu nehrin diğer kolları Şakşak dağlarından kopar gelir. Bu nehir Kığı’dan geçerek Pertek ilçesi alanında Elazığ ilinin Adiliye köyü önünde Murat nehrine dökülür.


Bingöl dağlarının bütün pınarları soğuk, berrak ve lezzetlidir. Bu suya alışmadan bir kimse bir bardak suyu iki üç nefeste içemez. Buz gibi soğuktur. Bütün gözeler kumdan kaynar. Hiçbir göze yosun tutmaz. Asla şişkinlik vermediği gibi, hazım ve sıhhat için yegane ilaçtır. Bu dağların sayısız pınar ve göllerinden ötürü eski Türkler bunlara (Mik-Bulak) yani Bin-Pınar adını vermişlerdir. Bu ad sonradan Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Han tarafından Bingöl’e çevrilmiştir. Uzun Hasan küçük bir göl kaynağında, bir ördek yıkıyan hizmetçisinin elinde bu ördeğin sağalarak uçtuğunu ve hükümdarın bu gölü, göllerin çokluğundan ötürü bulamadığını ve bu suretle bu dağa Bingöl adını taktığını rivayet edilmektedir. Halen Koğ kalesinin (Koğ Tepesi) önündeki göller üzerinde sayısız çadır çevirmeleri vardır. Bunların Uzun Hasan’a ait olduğunu söyleyenler vardır.


Bingöl dağlarının 3650 rakımlı tepesinin başında geçmiş yüzyılların karanlığı içinde harap bir hale gelen çok eski bir kalenin aşınmış duvarları vardır. Bu kalenin başında yetmiş yıl önce bir üzüm ağacı kökünün görüldüğü rivayet edilmektedir. Bu rivayet ve efsanelere göre, binlerce yıl önce doğu illerine hakim olan bir Türk kıralı, kızının genç nişanlısı ölmüş, nişanlısının ölümünden artık elini dünyadan çeken kız, babasına yalvararak bu kaleyi yaptırmış,ve bir kışlık yiyeceğini alarak iki kız hizmetçi ile bu kaleye kapanmış. Ocak ayında Bingöller korkutucu fırtınalariyle ortalığı çınlatırken bu kaleden çıkan müthiş seslerden zavallı kız fazla korkarak öölmüş ve yazdığı kısacık vasiyetnamesinde: “Baba, bilmiş ol ki, ben ne açlık ve ne susuzluktan ölmedim. Ben dağların heybetli bağırışından korkarak öldüm” demiştir.


Bingöllerin en yüksek noktasında kurulan bu kale tepesinin seviyesinde sıra ile iki tepe daha var ki, bunların her üçüne de Koğ adı verilmiştir. Bu tepeler uzun bir keskin sırtın üzerinde birbirinden yarım saat uzaklıkta kurulmuş yalçın kayalı, uçurumlu ve korkunç tepelerdir. 3650 ve daha yüksek bir rakımda olan bu tepelere şafakta gidilince güneşin doğuşu burada acaip bir manzara arzeder. Güneş doğarken bir kara çadır parçası gibi kara ve heybetli görünür, sonradan yükseldikçe kızıllaşır ve daha sonra sarılaşır. Yükseldikçe titreye, titreye küçülür bir mızrak boyu kalkınca ziya saçar ve tabii halini alır.


Kale tepesinin her tarafı ve bilhassa kuzey cephesi 800 metre yüksekliğinde korkunç bir uçurumdur. Bu tepe ile aynı seviyede olan diğer iki tepeyi on kilometre uzunluğunda olan keskin bir silsile birbirine bağlamıştır. Bu silsile Bingöllerin üstünden 600 metre yücedir. Bu keskin silsilenin kuzey cephesi tamamen dik ve sarp bir duvar halindedir. Bu yalçın seddin kıvrımlarında ve bu kıvrımların kuşattığı dalgalı araziyle uzun ve geniş çayırlar ve büyük taş çevirmeler içinde yüzlerce göl vardır. Bu göller 15-20 metre derinliğinde 100-200-300 ve 500 metre murabbaında çeşit göllerdir. Bu göllerin hepsi de birere kaynaktır. Sular soğuk ve lezzetlidir. Her gölden bir değirmen arkı kadar su çıkar.


Bu göllerin arasındaki geniş çayırların başında, yüzlerce eski çadır yerini gösteren dikili taşlar ve çevirmeler vardır. Bu göllerin en büyüğü, meşhur Koğ kalesinin ta burnuna sokulan Kazan gölüdür. Kazan gölü ile beraber bu göllerden ve kırk-pınarlardan ve diğer gözelerden çıkan sular çeşit derelerde birleşip Aras nehrini kuvvetli olarak teşkil ederler. Bu sahada Şuşar, Gökoğlan bölgesi köylerinin otuza yakın yaylaları vardır.


Bu kale silsilesinin doğusunda: Hınıs merkez bucağı köylerinin yaylaları ve kalenin güneyine düşen Bingöllerin çimenli göğsünde Üstükran bucağı köylerinin yaylaları vardır. Otuz kırk yayla yeri olan bu sahanın Karlıova hududuna kadar uzanan kısmı düz bir ova halindedir. Dağın batı eteklerinde Karlıova köylerinin yaylaları, doğu ve kuzey doğu kısımlarında Hınıs’ın merkez bucağı ile Halil-çavuş bucağı köylerinin elliden fazla yaylası vardır.


Senenin yaz aylarında Bingöllerin etrafında bulunan birkaç ilçenin bütün köyleri, koyun ve sığır sürüleriyle bu dağlardaki yaylalara çıkarlar. At ılgıları çayırlarda başıboş dolaşır, kırk gün burada otlayan bir at adeta değişir, ve tanınmaz bir hale gelir. Bunlardan başka Palo, Viranşehir, Diyarbakır’dan gelen tüccarlar ve Beritali göçebeler yüzlerce aile ve çadır halkı, sayısız ticaret ve sağın sürüleri, at ve deve ılgılariyle Bingöl’ün çeşit yerlerine konar, üç ay burada eğlenirler.


Bingöl dağları yaz aylarında birkaç şehir şenliğini andıran bir varlık ve yaşam diyarıdır. Bu hayat tazeleyici yaylalara çıkan binlerce ailenin varlığiyle baştanbaşa şenlenen Bingöller; dirilik, esenlik, güzelliğin canlı bir timsalidir. Yeşil çayırların başından fışkıran inci bulakların üstünde büyük kara çadırlarını kuran yaylacıların her türlü kederden uzak yaşamaları ve yıldızlar kadar sık ve ışıklı olan bu yaylalarda zaman zaman yükselen, düğün ve bar şarkıları, davul ve zurna sesleri, çadır meydanlarında cirit oynayan gürbüz delikanlıların haykırışları ve bozkırlarda yayım yayan mor koyun sürülerinin başında tutuşan çobanların kaval sesleri, kolkola takıp koyun sağmağa giden al, yeşilli gelin ve kızların teraneleri gönülleri sevdaya sürükliyecek birer şiir levhası gibi füsünkar ve cazibelidir.





SON











önceki bölüm      anasayfa      





Orta Asya Türk TAŞBABALARI Anadolu'da da devam etmiştir...






Türk milletinin ve Türk devletinin, kendi parçası olan Doğu Anadolu halkına olan sevgi dolu bakışının, rahmetli şair Kemalettin Kamu’nun “Bingöl Çobanları” adlı şiirinde, erişilmez bir güzellikle âdeta dile getirilmiş olduğunu görürüz. Bütün manâ yükü ve sevgi yumağı ile onu gönülden paylaşıyor, son iki mısraını Doğulu Türklerimize armağan ediyoruz:

“Gönlümü yayla yaptım, Bingöl çobanlarına;
 Bingöl yaylalarının, mavi dumanlarına.”


Prof.Dr.Mehmet Eröz
Doğu Anadolu’nun Türklüğü  
İstanbul, 19 Ocak 1982


Doğu Anadolu'nun Türklüğü kitabının önsözü:

"Hoca 1965’de yazdığı “Kürtlerin Menşei ve Türkmenlerin Kürtleşmesi” (İ. Ü. İktisat Fak. Sosyoloji Konferansları, Beşinci Kitap, 1964-1965) adlı makalesindeki “Kürtleşen Türkler” kavramını kullanmış. Bu kavram hakkında hiçbir eleştiri ve yorum gelmemiş olmakla beraber, kedi araştırmalarıyla konu. Hasan Hayri Bey ve M. Şerif Fırat gibi, Ziya Gökalp de ‘Kürtleşme’ hâdisesinden bahseder…


“Vaktiyle biz de aynı şekilde, bir ‘Kürtleşme’ hâdisesinden bahsediyorduk. Fakat sonraki araştırmalarımızın ışığında, bu kültür değişmesine, böyle bir karşılık bulmanın doğru olmadığı kanaatına vardık... Bundan dolayı biz bu vetîreye (prosese), ‘Yabancılaşma’, ‘Türkçeyi kaybetme’ adını veriyoruz demiş. Eğer hoca “Kürtleşen Türkler” makalesini, yazdığı yıllarda tartışma olmuş olsaydı, belki de görüşlerini değiştirmek için on yıl bekleyemeyecekti.”


Temel kavramlardan biri olan “millet” ile “ırk” kavramlarının ne olduğu karıştırılmaktadır. Oysa bu kavramlar gayet açıktır, “millet” sosyoloji ve tarih, ırk ise biyoloji kaynaklıdır. *


Bu satırların yazarı yirmi dört Oğuz boyundan biri olan Avşarlar’ın (Türkiye’de nüfusu en büyük olan boy) Torunlar oymağındandır. Bilindiği gibi Avşarlar, Oğuzların dışa en kapalı boylarından biridir. Torunlar ise Avşarların Bey grubundan olup, Avşar boyu içinde dışarıya en kapalı olan oymaktır. Buna rağmen Türkiye’deki Torunların bir kısmı Zazaca, bir kısmı Kürtçe, bir kısmı Türkçe konuşmaktadır. İnanç olarak bir kısmı Sünnî, bir kısmı Alevîdir. Diğer yandan Van’da yapmış olduğumuz bir araştırmada Kürtçe ve Türkçe konuşan Torunların, köklerini Nâdir Şah’a bağladıklarına şahit olmuştuk. Bunlardan Kürtçe konuşana göre Nâdir Şah bir Kürt beyi, Türkçe konuşana göre bir Türk beyidir. Tarihî kayıtların açıkça ifade ettiğine göre Nâdir Şah İran’da “Avşar Devleti” adıyla devlet kurmuş olan bir Avşar beyidir. Avşarlardaki bu sosyal yapı özelliği Beydili, Döğer gibi diğer boylarda da görülmektedir. Yani bu boylardan olan bazı oymak veya aşiretlerin durumu Torunlardan farklı değildir.

Bu durumdan haberdar olmayan ya da olmak istemeyen, fakat insanlara konuştukları dilden hareketle kimlik pazarlayan, “etnik kimlik inşacıları”nın nasıl bir kimlik hazırlayacakları merak edilmeye değer."

Mustafa Aksoy
Fatih/İstanbul, Ekim 2015



“Kendilerini Kürt sananlar, kendilerine bir sorsunlar: Neden Fars değil de Türk kültürünü kullanıyoruz?”

Sanat insanların ve sosyal grupların fiziki-sosyal dünyayı algılama ve yorumlama tarzıdır. Başka tabirle sanat duygu ve aklın ürünü olan gelenektir. Gelenekler ise mitolojik ve tarihte kökleri olan yaşama sürecini ifade eder. Sosyal bilimler yapıları gereğe siyasal düşüncelerle yakından ilgilidir. Mesela bir araştırmacı ne kadar bilim için bilim yapsa da onun bulgularını birileri istediği takdirde rahatlıkla siyasallaştırabilir.

Çünkü tek tip eser okuyanlar, sadece okuduklarını gerçek sanıp, haberdar olmadıkları ya da sahip oldukları bilgilerin dışındaki farklı görüşlerle ilmi bilgilerin siyasallaşmasına sebep olabilirler. Mesela Bender, bir bilginin siyasallaşması konusunda önemli iddialarda bulunarak şöyle der:

“Tanınmış halı bilginleri de halı ve kilim dokumacılığının Kürtler tarafından icat edildiğini, İranlılarla Türklerin bu sanatı sonradan Kürtlerden öğrendiklerini öne sürmektedirler… Halı ve kilimin vatanı Zağros yöresidir…Kürt halıları geometrik desenli halılar ve çiçek-bitki desenli halılar olarak iki büyük grupta toplanır.”

Bender’in bu görüşü, konu hakkında ilmî çalışmalar yapanlarca doğrulanmamaktadır. Çünkü halı, kim ve benzeri dokumalarda kullanılan geometrik, yani simetrik örneklerin Türklere, çiçek ve bitki, yani asimetrik örneklerin ise Farslara ait olduğu konunun uzmanlarınca kabul edilmektedir.

Pazırık Kurganı’ndaki buluntularda at üzerindeki askerin pantolon giydiği, (Hint-Avrupalıların pantolonu M.S. V. asırdan itibaren giymeye başlamışlardır.) halıdaki geometrik damgalar ile atın koşum şeklinin Hint-Avrupalı hakların kullandıklarıyla ilgisiz olduğu yapılan basit bir araştırma ve karşılaştırmayla dahi anlaşılır.

İskit’lere ait olduğu söylenen arkeoloji ve etnografya eserleri üzerindeki damga ve süslemelerin Türklerin otantik damga ve süslemeleriyle örtüşmektedir.

Görsel kaynaklar üzerindeki damgaların, nasıl ve hangi şartlarda Doğu Türkistan’dan yola çıkarak, Altaylar’da, Damal’da, Çamlıhemşin’de, Isparta’da, Balıkesir’de ve benzeri Türk kültür coğrafyasında görülmelerini izah etmek zorundadırlar.

Sonuç olarak, bu damgalar Türk tarihin bilinen kadim dönemlerinden günümüze kadar gelmişler ve taşıdıkları anlamlarla tarihe şahitlik etmişlerdir. Çünkü onlar başka halkların geleneksel, yani otantik kültürlerinde yoktur.


"Tarihin Bilinen İlk Pantolonundan Türkiye’ye Gelen Damga"
Mustafa Aksoy / devamı
Türk Dünyası Tarih Kültür Dergisi, Sayı 346, 2015





* Ve bizlerde Beyaz Irk dedikleri Kafkas Grubuna gireriz, yani onların deyimiyle ARYAN'ız. Hiçbir şekilde ne Rus ırkı, ne İngiliz ırkı, ne de Alman ırkı ... vardır. Türklerde millettir, Ruslarda, İngilizlerde, Almanlarda... ama Türkler çok boylu bir millettir, işte batılıların anlamadığı şey budur…. SB.



Gerçeği Görenlere...