3 Mayıs 2015 Pazar

Bölüm II: Doğu İllerindeki Aleviler, Kızılbaşlar, Bektaşiler





Bütün tarih ve bilginlerimizin bildikleri gibi, buhün doğu illerimizin birçok kesimlerinde oturan, Kormanço ve Zaza dilleriyle konuşan, Alevi, Kızılbaş ve Bektaşi diye adlanan halk, tamamen Türktür. Bunlar Oğuz boylarından Selçuk ve Harzem Türklerinden ayrılan Türk ve Türkmen kabileleridir. Bu kabileler, miladın 9-10 ve 11 inci yüzyıllarında Türkistan, Horasan, Nişabur ve Harzem ovasından ve kısmen de daha sonra İç Anadolu'dan doğu illerimize gelip yerleşmişlerdir.

Bu bahis üzerinde önemli bilgiler veren Kadri Kemal Kop (Doğu Güney Doğu İllerimiz) ve (Doğuda Araştırmalarım) adlı eserlerinde hülasa olarak; 

Miladın dokuzuncu yüzyılında Türkistan'dan hicrete başlayan birçok Türk ve Türkmen kabilelerin Anadolu'ya geçtiklerini ve bunlardan bir asır sonra gelen Kayınhanilerle birlikte yine birçok Türk oymaklarının Fırat ve Dicle vadilerine göçüp yerleştiklerini ve Alparslan'ın Malazgirt zaferinden sonra, yine Türkistan'dan pek çok Türk boylarının, Selçuk ve Harzem kabilelerin doğunun çeşit oylumlarına, Dersim ve Erzincan havalisine gelip yurtlandıklarını ve miladın on üçüncü yüzyılında Oğuz neslinden olan Ak ve Karakoyunluların Ahlat ve Malazgirt'te kuvvetli bir hükümet kurduklarını ve on üçüncü yüzyılın başında Moğolların önünden kaçıp doğunun Erzincan, Dersim Akçadağ, Maraş gibi sarp bölgelerine sığınan aşiretlere, Moğollar, İlhaniler ve Osmanlılar tarafından sayısız zulümler yapıldığını bu kabilelerin Kızılbaş adı altında milli birlikten uzaklaştırıldıklarını ve doğunun ıssız dağlarına kaçırılan bu Türklerin en çok Osmanlılardan gördükleri sürekli kötülükler yüzünden kendilerini yabancı sanıp milli duyuşlarını ve dillerini itirmekten hiçbir acı ve endişe duymadıklarını Sünnilikle, Şiiliğin karşı karşıya birer siyasi fırka halinde yürüdüğü o çağda, Osmanlı İmparatorluğunun parçalanacağından korkan padişah Yavuz Selim'in, Doğu Anadolu'daki Kızılbaşlığı yoketmek kastiyle harekete geçerek İç ve Doğu Anadolu'daki Alevilerden kırk bin kişinin kanını akıttığını ve 92-1504 tarihinde Çaldıran ovasında Yavuz Şah İsmail'i yenip dönerken Fırat'tan Umraniye'ye kadar ele geçirdiği oylumlarda oturan Bektaşi ve Kızılbaş Türklere çatıp bunları doğunun sarp dağlarına kaçırdığını, bu suretle dağlara kaçıp sığınan bu Türk ve Türkmen boyların, Selçukilerden önce doğu illerimize gelip medeniyet kuran Türklerden olduğunu, ve bu Türklerin sonradan bu ıssız ve sarp dağlarda benliklerini kaybettiklerini yazıyor.

Besim Atalay (Bektaşilik ve Edebiyat) adlı eserinde : Doğu yaylasında bulunan Alevi ve Bektaşilerle Anadolu'nun çeşit yerlerine yayılan Bektaşi Türkler hep bir soydandır. Yalnız İç Anadolu'daki Bektaşiler, komşuları olan Sünni Türklerin varlığından faydalanarak Türkçe dillerini sağlamışlardır. Doğunun sarp dağlarına sığınıp Osmanlılardan sayısız kötülük gören Aleviler, İran dilinin tesiri altında kalarak dillerini karmakarışık bir hale getirmişlerdir. Bütün Alevi, Bektaşi ve Kızılbaş Türklerin kabul ettikleri Bektaşililk ananesi içinde henüz Türklerin eski dinleri olan Şamaniliğin akidesi yaşamaktadır. Bektaşi tarikatı Türklerin öz malıdır, Bektaşiliğin mevcut olmadığı çağlarda bile Anadolu'da bugünkü Bektaşi edebiyatına benzer bir edebiyat vardı. Şeklinde uzun uzadıya yazılar yazmış ve bu gerçekliği açıklamıştır.

Emekli Miralay M.Rıza'nın (Benlik ve Dilbirliğimiz) adlı eserinden hülasa ettiğim yazılarında aşağı yukarı şöyle denilmektedir:

-(Tatarlar Asya'nın garba doğru akışlarında ilk önce Harzem Türkleriyle karşılaşıp pek kanlı bir surette çarpışmışlar. En son Tatar önünden kaçan Türk aşiretleri canlarını kurtarmak için doğu illerimizin sarp dağlarına sığınıp buralarda kendilerini müdafaa etmişlerdir. Ve hatta bu Türk aşiretler öç almak için zaman, zaman bu dağlardan inip Tatar ordularının yollarını kesmiş ve çarpışmışlardır. Bu tarihten bir asır sonra başlayan Timürlenk akınının bütün şiddetiyle yine doğu yaylasında oturan bu Türk ve Türkmen Aleviler uğraşmışlardır. Ve bugün pek yanlış olarak Kürdüstan denilen şarki Anadolu'nun o günkü sahipleri bu Türk ve Türkmenlerdir. Ve bu kabilelerden bir kısmı, Timur'dan kaçarak doğunun sarp dağlarına sığınmışlardır, doğu illerinin ovalarında kalan ikinci kısım Türk ve Türkmen kabileler, üçüncü defa Osmanlı padişahı Fatih Sultan Mehmet'in, Akkoyunlu padişahı Uzun Hasan'la Bayburt - Otluk belinde yaptığı savaşta, bunlardan birkaç aşiret İran'a doğru kaçmış, diğerleri doğunun sarp dağlarına sığınmışlardır. Ve Uzun Hasan'dan sonra İran tahtına geçen Şah İsmail, Osmanlı padişahlarının Türkmenleri yoketmek siyasetinden faydalanarak, doğu ve hatta iç Anadolu'daki Bektaşilerin sevgilerini kazanmıştır. Bu durumdan endişelenen Yavuz Selim sünniliği ele alıp bu Bektaşi Türkleri yabancı ve İrani saymış ve bunları yoketmeğe kalkışıp kırk bin Türk'ün kanını akıtmıştır. İç Anadolu, Sivas havalisinde ve Erzincan'da bu salgından kurtulan birçok Türkmen aşiretler, Yavuz Sultan Selim'e karşı koymak için doğunun Dersim gibi sarp dağlarına sığınmışlardır. Bu halk Yavuz'dan gördüğü kötülük karşısında yüz, dil ve ülkülerini değiştirip aldıkları Zaza dilini kendi Türkçelerine karıştırmış ve dillerini karmakarışık bir hale getirmişlerdir. Ve bugün Kızılbaş adı alan bu halk Hinis, Varto, Kigi, Dersimi geçtikten sonra, Fırat'ın sağ tarafında Tercan, Bayburt arasındaki dağlardan Çardaklı Boğaziyle, Refahiye, Kuruçay ve Koçgiri'den Hafik ve Toros kıyılarına ve eğin'in şimalinden, Fırat'ın sağına geçerek Arapkir, Divriği, Kangal dağlarından Malatya'nın garbinden Akçadağ, Elbistan ve Gürün dağlarından yine Binboğa dağlarına uzanan oylumlarda ve Kayseri'nin şarkında Kızılırmak sağ kıyısından Akdağmadeni, Yozgat, Kırşehir civarından Haymana'ya kadar sarkan çeşit bölgelerde oturmaktadırlar. Bu halkın çoğu Zazaca ve azı Kormanci dili konuşmaktadırlar.

Kadri Kemal Kop, Besim Atalay ve M.Rıza'nın yukarıda hülasa ettiğimiz görüşleriyle beraber diğer tarihçi ve bilginlerimizin belirttiklerine bakılırsa, doğu illerimizdeki bu Alevi aşiretler, üçyüz yıl öncesine kadar tamamen Türkçe konuşmuş Türkmenlerdir. Bunlar ancak son çağlarda Osmanlı padişahlarından gördükleri kötülük karşısında her şeyden önce Aleviliğe fazla bağlanmış kendilerini ne Türk, ne Kürt, veyahut herhangi bir millet değil yalnız Alevi bilmişlerdir. Bunlar son zamanda Yavuz Selim'den sonra Türkçelerini yine bu dillere hakim tutmuş, kabile, köy, yer, kişi adlarını ve tarikattaki öz Türkçe türe ve deyişlerini değiştirmeden toplu bir idare değil, birer ayrı aşiret birliği altında yaşamışlardır.

Bu bağımsız Türk aşiretlerini bir ülkü içinde kaynaştıran Alevilik-Bektaşiliğe gelince : Aşağı bölümlerde hakkında daha geniş bilgi vereceğimi ümit ettiğim bu tarikat, miladın 11 inci yüzyılında aslında Şia ve Caferi mezhebi kanalından Türkistan'a sızan Aleviliğin, tasavvuf ve vahdeti vücut esasından doğmuş, Türk bilginleri buna atalarının eski dinleri olan Şamanlilikten bazı kaideler karıştırarak, Horasan, Nişabur ve Türkistan'daki aşiretler arasında yaymışlardır. Hak yolunda fani olmak anlamına gelen bu tarikat; ilk önce Seyyitlerin Abbasiler tarafından sıkıştırılarak Türklere iltica etmeleriyle ve büyük serdar Horasanlı Ebülmüslimin, Abbasi halifesi Ebücaferi - Mansur'un sarayında babaığılıkla şahadetinden sonra, Arapların hem Türkleri ve hem de Seyyitleri yoketmek siyasetini gütmeleriyle başlamıştır.

Bu tarikatı Türkistan - Horasan'a Nişabur ve havalisine yayanlar; Şeyh Lokmani Horasani, Ebülüasımi - Gürgani, Muhammedi - tusi, Şeyh Abdülfarmidi, Şeyh Bayezidi - Bestami, Ebülhasani - Harkani'dir. Bu tasavvuf akidesinin ikinci, üçüncü, dördüncü şubeleri Erdebil, Geylan ve Belh tekkeleridir.

Bu akide ve tarikat Türkistan ve İran havalisine tamamen yerleştikten sonra büyük türk bilgini Haca Ahmedi Yesevi onu daha fazla genişletmiş, esaslı bir tarikat halinde o gün Arapların, Abbasilerin, Emevilerin bir yoketme aleti gibi ellerinde kullandıkları şeriatın fetvalarına karşı, milli bir siper gibi kullanmışlardır. Bu tarikat birçok kısımlarda şeriata mugayir, milli bir vicdan, ilahi bir duyuş ve Türk kültürünü, yabancı dillerin tesirinden kurtarmak için, milli bir ülkü şeklinde tanzim edilmiştir. Haca Ahmet bu tarikat ve ülküyü kendisinin damadı ve sırdaşı olan Haci Bektaşi Veli'ye teslim etmişti.

Daha Haci Bektaş doğmamışken yukarıda adlarını sıraladığımız türk tekiye ve bilginlerinin elinden bu tarikatı kabul eden birçok Harzem ve Selçuk kabileleri Miladın 12 nci yüzyıl başında Horasan'dan doğu illerimize göçmüşlerdi. Aşağıda gelecek bölümlerde doğu illerimizin tarihi olayları arasında göstereceğim bilgelerden anlaşılacağı gibi, Horasan'dan doğu yaylamıza göçen bu aşiretler, birer tarikat halifesiyle gelmiş ve bu halifelerin mürşitlik veya rehberliği 628- 1212 tarihinde Selçuk Sultanı Alaettin'i-Keykubat tarafından tastik edilmiştir. Alaettin'in bunlara verdiği tarihi şecerelerde; birçok Türk aşiretlerini bu babalara çırak hakkını vermeye mecbur tutumuş, bu kabileleri, mürşit ve rehberlerin manevi nüfuzlarına teslim etmiştir. Aradan bir asır geçtikten sonra, Mevlana Celalettini-Rumi'nin babası olan Muhammed Bahaüddin Belh şehrinden ve Haci Bektaşi Velide birkaç yıl sonra birçok Türk halife ve aşiretleriyle birlikte Nişabur'dan harekete geçerek tarikatlarını doğu illerindeki Türk boyları arasında yayarak İç Anadolu'ya geçmişlerdir.

Daha önce tasavvuf ve vahdeti vücut felsefesini Horasan ve havalisinde kabul edip tarikat pirleriyle doğu illerimize gelen ve Alaettini-Keykubat tarafından bu tarikatın mürşitlerine bağlanan Türk aşiretleri; ikinci defa bu tarikatı - Bektaşilik - ünvanı altında Haci Bektaşi Veli'den kabul ettikten sonra, o çağda doğu illerine akan Moğolların akınlarına uğrayarak Dersim, Akçadağ ve Maraş havalisinin dağ eteklerine doğru kaçmışlardı. Bir müddet sonra başlayan Timur'un istilası , dağ eteklerine sığınmış bu aşiretlere birkaç aşiret daha katmış ve en son Yavuz'la Şah İsmail arasında savaş başlarken, Yavuz İç Anadolu'daki Bektaşileri kırmış, Sivas, Kemah, Erzincan ve hatta Dersim civarında bu dağlı Bektaşi Türklere saldırmıştı. Bu aşiretler Yavuz'la çarpışarak ve kanlı savaşlar yaparak eteklerden ; Dersim, Akçadağ, Gürün ve Maraş dağlarına kaçıp kuytu meşelere ve sarp kayalara sığınmışlardı.

Bu tarihten sonra Yavuz'un Mısır'dan Hilafeti alması ve kendisie bir Türk hakanı değil, bir İslam Halifesi ve padişahı sıfatı takınması, devlet idaresinde din ve şeriatın yürürlüğe girmesi, hükümetin resmi dilinde Arapça ve Acemcenin yerleşmesi, Osmanlı İmparatorluğunun Türklük duygusunu tamamen yıkmış ve yoketmişti. Artık devlet tabasına Sünni türkler ve doğunun sarp dağlarına kaçıp sığınan Alevilere Kızılbaş, Rafizi, Zındık ve Kürt diye çeşit adlar takılmıştı. Bu zümrenin malı ve canı, devlet ve tabası gözönünde helal görülmüş, birçok Osmanlı padişahı böylece tanıdıkları ve Türkten ayrı bir yığın sandıkları bu Alevi-Bektaşi Türkler üzerine ağır ordular sevk ederek aradan kanlı boğuşmalar olmuştu.

Bu yeni kanlar döküldükçe dağlardaki bu Türk aşiretleri yüreğinde içli kin ve düşmanlıklar kökleşmiş bunların Türklüğe doğru milli duyguları tamamen silinmişti.

Bu dağlı ve Alevi Türkler Yavuz Sultan Selim devrine kadar tamamen Türkçe konuşur ve Türk olduklarını bilirlerdi. Yavuz'un Sivas, Erzincan ve Kemah kalesinde ve dersim eteklerinde bu halkı kırmaya başlayıp katli-âmlar yapması, bu aşiretleri Türklükten ürkütmüş, bunlar artık kendilerini Türk değil, Alevi oalrak kabul ederek milli birliğe karşı nefret duymuş, ve o çağda Palo, Çapakçür bölgelerinde oturan ve Yavuz Selim'den iyilikler görmüş olan eski Part Türklerinin Zaza, Dümbeli şubesi halkıyla temasa gelmiş ve bunların Zaza dilini, öz Türkçeleriyle karıştırıp yüzde yetmişi Türkçe olan bir Zazaca ile konuşmağa başlamışlardı.

Bu Alevi aşiretler, Aleviliğin kendileri için doğurduğu bu felâketten bıkmayarak, devlet ve Sünnilikten gördükleri yoketme siyaseti karşısında onlara Osman ve Yezit, diye hitap etmiş, kendilerini de ne Türk, ne Kürt, ne İslam, yalnız Alevi, Bektaşi ve Hüseyni olarak bilmişlerdir.

Sultan Hamit devrine kadar Kürtlük bu aşiretlerin hatır ve hayalinden geçmemiş, ancak Sultan Hamit, doğudaki Kormanço şubesine Hamidiye alayları kaymakamlık ve paşalık rütbelerini dağıtırken, Aleviler de bu payelere imrenerek Erzincan'a yakın olan bir takım aşiretler, biz de kürdüz demişlerdir. Bunlardan Koçgirili Mustafa Paşa ie Çarekli Haydar beye birer rütbe verilmekle iktifa edilmişti.

Yukarıda açıkladığım gibi Türk kültüründen ve milli duyuştan uzaklaştırılan Aleviler : Zazaca ve Kormanço dillerini öğrenmek zorunda kaldıkları halde, yine de Türkün inan ve ekidesini ve Türk dilini kutsal bilmiş ve bektaşi tarikatında mevcut olan Türkçe gülbank ve türelerde, Şamanilikten kalan birçok eski Türk âdetlerini ve aşiretlerinin soy, boy, kadın, erkek, köy ve yurt adlarını yabancı kelimelerden saklanmışlardır. Bu halk konuştukları Zazacanın yüzde yetmişini Türkçe ile doldurmuş ve tarikat âyinindeki Türkçe deyiş ve merasimi Kur'anın ayetleri kadar mukaddes saymış hattâ bunlar, Muhammet'le Ali'nin aralarındaki gizli konuşmalarda Türkçe konuştuklarına itikat etmişlerdi.

Akçadağ, Maraş, Zara, Gürün ve Sivas'ın diğer çevrelerinde oturan Aleviler komşuları Kormanço şubesiyle temasa gelerek Kormanço dilini öğrenmişlerdir. Bunların konuştukları dilin yüzde sekseni Türkçe ile doludur. Bu halk, aynı zamanda kendi aralarında hem Türkçe ve hem Kormanço dilleriyle söyleşir, çocuklarına her iki dili de ana lisanı gibi öğretirler. Bu aşiretlerin aydınları ocakları başında ve toplantılarda tamamen Türkçe konuşurlar.

Dördüncü Sultan Murat doğu illerimizdeki Alevi aşiretler hakkında milli bir duygu beslemiş onları okşamıştır. Bu padişah 1044-1628 tarihinde Dersim'deki Türk aşiret ağalarının bir kısmını Erzincan'da huzuruna kabul ederek, bunların doğu yaylasının geniş ovalarına çıkmasını teklif etmiştir. Bu tarihten sonra Dersim'den ayrılan yirmi kadar Türkmen aşireti Hınıs, Varto, Tercan, Kiği, Bayburt , Erzincan, Erzurum, Sivas'ın ova ve dağ eteklerine yayılmışlardır. (1)

Bu aşiretler, bu suretle doğu illerimizin birçok geniş yaylalarına yayıldıktan sonra yine Osmanlı padişahlarının ve en çok Sultan Hamid'in birçok zulümlerine uğramışlardı. Sultan Hamit, dağlı Türklerin Kormanço şubesinden 36 süvari Hamidiye alayı teşkil etmiş, bu alayları Alevi aşiretlere saldırmıştır. Sultan Hamit'ten aldıkları paye, rütbe, silah ve salahiyetle deliren Hamidiye alayları, Kızılbaş Türklerin mal ve canına kastedip bunların köylerine saldırmış yıllarca ardı arkası gelmeyen akınlar olmuş, sellercesine kanlar akmıştır. Sultan Hamid'in içi bu kadarla serinlememiş, bir kerre de bütün Hamidiye alaylarını Dersim üzerine tahrik etmiştir.

Doğu illerimizdeki bu Aleviler hariçten bu çeşit zorlamalar altında sıkışırken, iç yaşayışlarında da, birçok güçlükler altında ezilmiş Türklükten gelen saf akide ve inanlarını bozarak milli birlikten uzaklaşmışlardı. Şöyle ki, yukarılarla açıkladığım gibi bunların kendilerini yalnız Alevi bilmeleri, ve Alevi-Bektaşi akidesine göre Hazret Peygamber ve İmam Ali evlatlarına karşı sonsuz bir sevgi ve saygı göstermeleri, rastgele ben Seyyidim diyen bazı Alevi babalarının işlerine yaramış, bunlar aslen Türk oldukları halde neseblerini Peygambere kadar uzatıp halk üzerinde büyük bir nüfuz kazanmışlar ve asırlarca halkı birtakım vergilere bağlandıkları gibi, Bektaşilik ve Türk innanış ve akidesinin aslından olmayan birçok hürafat ve batıl türeleri Alevilik ayinine sokarak, onların maddeten, manen zarar görmelerine ve Türk milletinden tamamen küskün kalmalarına yardım etmişlerdir.

Bu suretle babaların ve toplu yaşamak için de aşiret ağalarının nüfuzları altında sıkışan Aleviler, doğu illerimizin çeşitli bölgelerinde ve en çok Dersim dağlarında derebeylik idaresi altında yaşamış, her aşiret ağası kabilesine istediği gibi hüküm ve buyruğunu yürütmüş, ve onların sırtından geçinmiş ve öz menfaati uğrunda diğer bir aşiret ağasiyle uyuşamamış, nihayet türlü aşiretler arasında başlayan iç savaşları yıllarca sürmüş, bu yüzden yüzlerce Türkün kanı akmıştır.

Aşiret ağaları ve babalar müşterek menfaatlarını korumak için daima birlik olmuşlar, genel durumda aşiret eratını halkı hükümetten Türklükten ürküterek onları şekâvet ve soygunculuğa sevk ederek en son milli hükümete karşı ayaklanmaya ve felaketlerine sebep olmuşlardır.

Bu satıra gelinceye kadar yazdığım yazılarda : Doğu illerimizde oturan Alevi ve Bektaşilerin Türklüklerini, gerçek menşe soylarını ve oturdukları bölgeleri, dil ve tarikatları hakkında biraz bilgi vermiş olduğumu sanırım. Biraz da, bu zümrenin inanışları, Alevi ve Bektaşi esrarı, ve aşiret adları üzerinde durmayı ve bunlar hakkında yazılan muhtelif eserlerde yürütülen türlü düşünceleri karşılaştırıp bu konuyu daha fazla genişletmeyi faydalı buluyorum.

İlk önce bu konuyu, ve  en fazla doğu illerimizdeki Alevi-Bektaşi halkı ilgilendiren Erzincan tarihini ele alalım : 15 Ağustos 1931 de bu tarihi yazan eski Erzincan Valisi Ali-Kemali bu eserini yabancı bir silah gibi Dersim halkının ellerine uzatmış, onları Kürt Kızılbaş diye vasıflandırıp türklük duygularını tamamen silmiş, yanlış duygularını kabartmış, ve belki de bu halkın son felâkete sürüklenmelerine sebeb olmuştur. Şöyle ki:


Ali-Kemali, tarihinin birçok bölümlerinde Dersim'deki Türk aşiretlerini Kürt, Seyyit, Emevi, Arap diye vasıflandırırken, milli hürafeler bahsinde; bu halkın hiçbir tarikat ve eski türk ananesine bağlı olmadığını ve ancak bunların kendilerince icat ettikleri bairtakım bâtıl akideler altında yaşadıklarını iddia ettikten sonra, ırkları hakkındaki hürafede : - Kalmamsır, adlı bir Kürt veya Seyyidin, Horasan'dan gelerek Dersim'in Kalmamsır köyünde oturduğunu ve bu köyde kızını yanındaki hizmetçisi Şeyh Hasan adlı bir adama verdiğini, Şeyh Hasan'la bu kızdan türeyen, Keçeluşağı, Baluşağı, Abasuşağı, Gâvuşağı, Koçuşağı, Suranlıuşağı, Demenanliuşağı, Bezkâruşağı, Karabâlıuşağı, Gülabiuşağı, Seyitkemaluşağı, Laçinuşağı, Ferhatuşağı, Kârikâliuşağı, Kurmeşeliuşağı, Bütükâhinliuşağı, Arslanuşağı, Maksunuşağı, Bahtiyaruşağı, Hayderanlı, Lolanlı, Arılı, Demenanli, Şahveliyanli, Alanlı, Hıranlı, Küreyşanli, Rutanlı, Balabanlı, Caferli, Sisanlı, Şadili, İzollu, Çarikli, Hormekli, Kimsorlu, Kardanli, Şeyh Mahmudanlı, Memânli, Suranli, Maskanli, Hıdıkanlı, Hasananli, Okçiyanli, Gâzili, Dersimli, Lertikli, zimtekli, Kobatli ve Pilvenk aşiretlerini de (Dersimli) diye anıldıklarını bildiriyor.

Erzincan tarihinin kayıt ettiği bu iddia tamamen asılsız olsa gerektir. Bir kerre Horasan'dan gelen bir adam Kürt olamaz. Sonra Kalmamsır'da bir kürt veya Seyyit adına benzemez. Nihayet dörtyüz yıl içinde Kalmamsırla Şeyh Hasan'dan Dersim'deki sayısız aşiretler türemezdi. Biz bu aşiretlerin çeşit çağlarda Horasan, Türkistan'dan akıp gelen Oğuz Boyları, Selçuk, Harzem, Ak ve Karakoyunlu Türklerden koptuklarını ve bunların ardına Dersim dağlarına gelip sığındıklarını, aşağılarda yazacağımız tarihi olaylar arasında belirteceğiz. Kalmamsır'la Şeyh Hasan'dan ibaret olan bir ev halkının yalnız başına gelip bu korkunç dağlarda barınmaları akla sığmaz. Ancak bu iki kişinin Türkistan'dan gelip Dersim'e sığınan Türk boylarından birisinin başı olduklarına inanılır ve inanılabilir.

Erzincan tarihi: Şeyh Hasanli ve Dersimli şubelerine ayırdığı aşiretlerden birçoğunu Kürt ve birkaçını da Emevilerden Zor Zalim adlı bir şahsın sülâlesinden ve bazılarını da, seyyit olarak vasıflandırıyor, Malazgirt civarında oturan İzollu aşiretini Hazollo diye kabul ediyor. Halbuki, Elazığ'la Malatya arasında ve Diyarbakır'la Siverek'in birçok köylerini dolduran Hazollu aşireti dağlı Türklerimizin Kormanço şubesine mensup Sünni bir aşirettir. İzol kabilesi, Koçgiri, Hornek, Hıran şubesine dahil Alevi ve Türkmen boydandır.

Erzincan tarihinin Kürt diye vasıflandırdığı Hormek, Hıran, Koçgiri, İzol, Karsanlı, Şadili, Arılı, Alanlı, Demenanlı aşiretlerinin Horasan'dan gelip Dersim dağlarına sığındıklarını Alaettini Keykubat tarafından Derviz Beyaz adlı bir Alevi babasına verilen tarihi bir secere ispat etmektedir. (2)

Erzincan tarihini Dersimli ve Kalmamsır şubesine ayırdığı Balaban aşiretinin Dimtoka'dan gelerek evvela Dersim'e ve sonra da Balaban deresine yerleştiklerini birçok tarihler yazar.

Yine Erzincan tarihinin, Kalmamsır ve Dersimli şubesine ayırdığı Hasananlı, Okçiyanlı, Gâzili, Zimtekli, Lertikli aşiretlerinin de, ne Dersimli ve Kalmamsırlı ve ne de Alevi olduklarını ve bu aşiretlerden Hasananli aşireti ; Doğu Malazgirt'te oturan Kormanço şubesine mensup on bin nüfuslu bir kabiledir. Akçiyonlı, Lertikli, Zimtekli, Leltikli oymakları Zaza-Dümbeli şubesine mensup Sünni aşiretlerdir.

Erzincan tarihi, bütün kısımlarda Erzincan, Dersim, Sivas ve doğunun muhtelif bölgelerinde oturan ve bu illerde Türk unsurunun çokluğunu teşkil eden bütün Alevi aşiretleri Kürt diye vasıflandırdıktan sonra Yavuz Sultan Selim'in icraatı fasıllarında hâlâ doğu illerimize de Kürdistan demekten kendisini alamamış, bu halka Kürt, Kızılbaş ve yurtlarına Kürdistan adlarını perçinliyerek onları Türklüğe ve Türklere karşı düşman safına yerleştirip bu gayretle yersiz hükümlere girişmiştir.

Bu tarihi yazan vali Ali Kemali, Yavuz Sultan Selim'in iç Anadolu'da Sivas, Erzincan ve Kemah kalesinde bu Türk aşiretlere çaldığı kılıcı yerinde buluyor ve bu darbelerden sevinir gibi, katliâmları tasvif ederken, Kızılbaş kafasından minareler yapıldı diyor.

Ever, kahraman Yavuz'un İran tahtına ve bütün yabancı hasımlarına çaldığı o kudretli kılıç, ve dünya kahramanları içinde yaptığı eşsiz yiğitlik ve mertlikle övünmek her Türkün hakkıdır. Biz yalnız idari ve milli bakımdan Yavuz'un Türklere ve Türklüğe çaldığı kılıcı övmeyiz ve sevinmeyiz. Çünkü Hilâfetin zehriyle sulanan bu kılıç, iki baştan Türk kanını akıtmıştır.

Yavuz'un kudretli kılıcı altında ezilerek doğunun sarp dağlarına kaçan, dillerini ve milli duygularını bu çeşit zorlamalar altında kaybedip Kızılbaş adını alan bu aşiretler, Erzincan tarihinin dediği gibi Kürt, Kızılbaş ve dinsiz değil, özbeöz Türk Türkmen olan Alevi ve Bektaşilerdir. Bunların oturduğu yer Kürdüstan değil, doğu Anadolumuzun bölünmez bir parçasıdır. O şerefli yurt parçası, karış karış bütün tarih boyunca Türk kanıyla sulanmıştır. Doğu illerimizin yüksek dağlarında, dar geçitlerde, özel tepeler, pınarbaşlarında yapılmış binlerce mezar ve çevirmelerde yüzbinlerce Türk şehidi yatıyor. Bu illerin bütün dağ ve ovaları hâlâ bu mukaddes Türk şehitlerinin adlarıyle anılıyor, Munzur dağları, Bağır-baba, Düzgünbaba, Sultanbaba, Bayındırbaba ve bunlara benzer yüzlerce canlı eser meydanda gözleri kamaştırmaktadır. Bu canlı eserler ve gerçeklik, yalnız Alevilerin bulunduğu bölgelerde değil, doğu illerimizin bütün kesimlerinde bütün ihtişamiyle kendisini göstermektedir. Doğunun her dağında, ovasında, köyünde , kasabasında birer Türk hanı, hakanı, boybeyi, ilağası yatıyor. Daha din yani 1938 yılında Atatürk heykelinin kuruluşu için Muş hükümet konağı karşısında açılan meydanda bir metre derinlikte meydan çıkan Halil bey ibni Belitan adlı bir Türk hanının mezar taşı üzerinde şu Arapça yazılar görüldü:

(Hazihi, liravzatul - muttahara velmiratül - celilil - münever, Biemrilcelil merhum, birrahmetli celilil - mübin. Elneziril - meşhur. Halil bey ibni mağfurul - Biltan. Ve hüvve min sulâletül Bayındırhan. Tâbe sacâh, kâd hakemedü fil - Medinetü Muş. Mahsura leşireteyni. Mâte fişşehri mübarek ğayeyi şabanu - Muazzam Fİ, tarih. Sabâ Samânine mite hicri.)

Bayındır han sülalesinden olan Halil bey ibni Biltan'ın 780 inci hicri tarihinde Muş'ta hükümet sürdüğü ve orada vefat ettiği sabit oldu.

Ele aldığımız bu konu üzerinde gerçek bir eser yazan Kadri Kemal Kop, Doğuda Araştırmalarım adlı eserinin onuncu sahifesinde:

(13 -üncü asrın sonlarında Oğuz ailesinden olan Ak ve Karakoyunlu Türkleri, akın akın doğu vilayetlerimize ve ezcümle Van gölü garbına ve Dersim cihetlerine taştılar, ve istila ettiler. Fırat ve Dicle vadilerinin yukarı kısımlarına yerleştiler. Hatta Karakoyunlular bu sırada Ahlat ve Malazgirt'te kuvvetli bir hükümet kurdular.)

Kadri Kemal yine bu eserinin Alevilere ait faslında:

(Maraş, Dersim, Akçadağ yaylarından oturan birçok Türk kabileleri Kızılbaşlığı almışlardır diye Osmanlılar Türkten ayrı bir yığın sanmışlardır. Bunlar da kendilerini öyle sanmış ve zamanla öz dillerini itirmekten bir acı ve endişe duymamışlardır.) Diyor.

Sayın bilgin Besim Atalay, Bektaşilik ve Edebiyatı adlı eserinde: - Öz Türk soyundan olan Bektaşi, Alevi ve Kızılbaşların bir buçuk milyon nüfusları olduğunu ve bu miktarın yediyüz bininin Zazaca ve Kürtçe, sekizyüz bininin de Türkçe konuşmakta olduklarını ve Anadolu'da bulunan Bektaşi Türklerin, ırkdaşları olan Sünni Türklerin varlığından faydalanarak ana lisanlarını kurduklarını, doğu Anadolu'da bulunan Alevilerin de komşuarı olan Kürt kabailinin âdetlerine uyarak ve İran edebiyatının tesiri altında kalarak lisanlarını karmakarışık bir hale getirdiklerini, ve bu kısım Alevilerin konuşmakta oldukları Zazacanın yüzde altmışının öz türkçe kelimelerle dolu bulunduğunu hülasa ederek Dersim'deki aşiretleri bu kısma dahil ediyor.

Erzincan tarihi, birçok kesimlerde, mezhep bakımından doğu illerinde ve Dersim'de bulunan Alevilerin Şia ve İrani akideli olduklarını ve bunların bu gayretle Şah İsmail'e yardım ettiklerini ve bu yüzden Yavuz'un kahrına uğradıklarını yazmaktadır. Halbuki : tarih bize gösteriyor ki, Fatih Sultan Mehmet, Akkoyunlu hükümdarı Uzun Hasan Han'ı Bayburt Otluk belinde yendikten sonra Osmanlı idaresine geçen ve hattâ İkinci Bâyezıt devrinde büyük bir varlık gösteren doğu beylikleri, her zaman Osman oğullarına yardım etmiş ve erdebil tekkesinin eski müridi olan Harput hâkimi Zülkadir oğlu Alâvüddevle bile kızını Şah İsmail'e vermiyerek onunla çarpışmış, Yavuz Sultan Selim'i Şah İsmail'e tercih etmiştir.

Yavuz'la Şah İsmail arasında savaş başlayınca Şah İsmail'in ordusunda bulunan İran ve Azeri Türklerden başkası Şah İsmail'e yardım etmemiştir. Yavuz harekete geçerken, o çağda doğu illerimizde bulunan Ak ve Karakoyunlu beyliklerden kopmuş aşiretler, Zülkadiroğulları idaresindeki oymaklar, ve Oğuz boylarına mensup çeşit Alevi kabileler, Yavuz'a karşı bir Türk hakanına yakışır, itaat ve sempatiyi göstermişlerdi. Çoğu Alevi ve Bektaşi olan bu Türk aşiretler, Şah İsmail'in de bir Türk ve hatta birçok Türk aşiretlerini irşat eden bir tarikat mürşidinin oğlu ve Erdebil tekkesinin sahibi olduğunu ve Türkleri Alevilik perdesi altında birleşmeye çalıştığını biliyorlardı. İş ve gerçeklik böyle iken bu Alevi ve Türk aşiretler; yalnız Şah İsmail'in İran ordusu başında bulunan bir İran şahı olduğunu düşünerek ve Yavuz Selim'in de bir Türk hakanı olduğunu bilerek Yavuz'a uymuşlardı. Eğer böyle olmasaydı, bu Türk aşiretler daha önceden gidip Şah İsmail'in ordusuna katılmazlar mı idi? Halbuki onlar Yavuz'dan hiçbir şüphe ve korku çekmemişlerdi. İleride uğrayacakları felaketi hatır, yolda uğradığı bu Alevi Türkleri katli-âm etmemiş olsaydı, şüphesiz ki, onlar padişahın ordusuna katılarak Şah İsmail'in karşısına çıkacaklardı. Fakat böyle olmadı, Yavuz onları öldürdü, korkuttu, kaçırdı, onlardan canlarını kurtarmak için Kemah kalesinde ve doğunun birçok yerlerinde Osmanlı ordusuna karşı koydular. Ve padişahın korkusundan Dersim ve Akçadağ gibi sarp dağlara kaçıp sığındılar.

Dersim, Erzincan ve Sivas havalisinin sarp dağlarına sığınan bu aşiretler bir asır içinde temas ettikleri Kormanço ve Zaza şubelerine mensup kabilelerin dillerini öğrenmeye başlamış, bu dili öz Türkçelerine karıştırıp ana dillerini karmakarışık bir hale getirmişlerdi. Bu halk geçmiş yüzyıllar arasında Yavuz Sultan Selim'den ve ondan sonra gelen Osmanlı padişahlarından gördüğü sonsuz zulüm ve yoketmeler karşısında milli duygularını ve Türklüklerini unutmuş, kendilerini ne Kürt, ne Türk ve ne de  Arap sanmış, ancak Alevi olduklarını kabul ederek Osmanlı Türklerine, Osman, Yezit, diye hitabetmişlerdi. Hatta onlar son zamana kadar Osmanlı hanedanını Halife Osman'ın zürriyeti olarak bilmişlerdi. Ve bu gayretle de hiçbir zaman Osmanlı idaresine ısınmamış daima güvensizlik ve korku içinde yaşamış ve sırası geldikçe hükümete karşı koymuşlardı.

Bu halk bu kadar zorlamalar altında yine Türk kültürüne karşı sadık kalmış, köy, dağ, ova, bucak, bölüm, kadın, erkek adlarında ve ismi-haslar-da, olan pek eski Türkçeyi ve Bektaşilik tarikatındaki Türkçe edep-erkân türlerini canlarından daha kıymetli saklamış, bunlara Kur'an âyetleri kadar kudsiyet vermişlerdi. Bütün sohbet ve âyin toplantılarında Türkçe bir deyiş veya gülbânk okundu mu oradaki kelimelere karşı el bağlanır, kelle kesilir ve o buyruğa göre hareket edilirdi. Halk milli destanlarını ve aşiret yiğitlerinin menkıbelerini Türkçe kelimelerle nakışlar, onlara güzide bir edebiyat süsünü verir, ve hiç Türkçe bilmeyen bir dağlı, konuşurken farkında olmadan konuştuğu Zaza dilinden yüzlerce eski Türkçe kelimenin ağzından fırladığı görülürdü.

Yavuz Sultan Selim'le Şah İsmail'in siyasi çarpışmalarından sonra Anadolu'da ve doğu illerimizde korkunç bir sıfata bürünen Alevilik, ve Sünnilik davalarında her iki tarafın ve en çok Alevilerin uğradıkları zarar pek büyük olmuştur. Doğunun sarp dağlarına kaçıp canlarını kurtaran Aleviler; canlarından daha kıymetli olan öz Türkçe dillerini kaybetmiş ve üstelik de sık sık, katli-âmlara uğramışlardı. Rum-ili, İç Anadolu, Sivas, Tokat, Çorum, Yozgat, Aydın, Isparta gibi güney Anadolu'ya dağılan Aleviler, tarhin muhtelif çağlarında Osmanlı padişahları tarafından ezdirilmiş, öldürülmüş ve fakat öz komşuları olan Sünni Türklerin varlığından faydalanarak öz dillerini, milli birlik ve varlıklarını koruyabilmişlerdir.

Rumeli ve İç Anadolu'da kalan Bektaşi ve Aleviler öz dillerini, Türkün eski şiir ve edebiyatını kurmak suretiyle milli ozanlar yetiştirmiş, bu ozanlar birer halk şairi, Bektaşi babası ve milli şair olarak kültürümüze büyük hizmetler yapmışlardı. Bu kısım Aleviler, Osmanlı padişahlarından gördükleri sayısız kötülük ve zülum karşısında devlet idaresine, ve Sünni Türklere karşı çok içli ve gizli bir kin beslemişler ve  gördükleri acıyı zaman, zaman şiirlerinde açığa vurmuşlardı. Bu halkın o çağlarda taassup yüzünden ne dereceye kadar hırpalandıklarını ifade eden Kadri Kemal Kop eserinin 50.inci sahifesinde:

(İlk çağlarda doğu Anadolu'da sonraları Rumeli'de ve ardısıra orta Anadolu'da Türkmen Kızılbaşlar çok acılı bir biçimde kırılıp geçirilmişlerdir. Hıdır Paşa adlı bir softa yetişmesi, önce Rumeli'de sonra da Anadolu'da ve Sivas taraflarında Kızılbaşları yoketmeyi buyruklamış. Hıdır Paşa bu işte çok canlar yakmış ve pek çok bark yıkmıştır. 9.uncu yüzyıllardan sonra Osmanlılar tarafından Şii Türkmenlere karşı güdülen bu sürekli kötülük ve yoketme siyaseti özge bir korkunçluk gösterir. Bu siyaset Türkmenleri Osmanlılardan soğutmuş ve uzaklaştırmış ve onları öz ulusal varlıklarını gizlemeye, hele Türkçeden ayrı diller bile öğrenip konuşmağa zorlamıştır.) diyor.

Kadri Kemal Kop, 17 inci asır Bektaşi ozanlarından Pirsultan Abdal'ın Hıdır Paşa'nın zulmuna karşı haykırışını aşağıdaki beyitle bize gösteriyor.



Hıdır Paşa bizi berdar etmeden
Açılın kapılar Şaha gidelim
Siyaset günleri gelip yetmeden
Açılın zindanlar Aliye varalım.

Kalenin kapısı daştır açılmaz
Yüksek penceresi Şaha bakılmaz
Bir benim ölümümle cihan yıkılmaz
Açılın kapılar Aliye gidelim.

Her nereye gitsem yolum dumandır
Kement boynum kesmiş halim yamandır
Bizi böyle kılan ikrar - imandır
Açılın kapılar Hakka gidelim.

Bu zindanda Hakka eylerim niyaz
Yıkılsın viran olsun şu kanlı Sivas
Kâtip ahvalimi Şaha böyle yaz
Yıkılın zindanlar Şaha varalım.

Gönül çıkmak ister Şahın köşküne
Can boyamak ister gönül müşküne
Kim bakacak benim gibi düşküne (3)
Açılın kapılar Şaha varalım.

Pir Sultan Abdalın hey Hıdır Paşa
Görki, neler gelür sağ olan başa
Hasret koydun bizi kavmu - kardaşa
Kâtip ahvâlimi Şaha böyle yaz.


Biz Bektaşi edebiyatı nümunelerini incelerken çeşit çağlarda söylenmiş buna benzer acıklı deyiş ne nefeslere sık, sık rastlıyoruz. Yine Sivas'ta Abdal Pir Sultan'dan sonra asılan Kanber oğlu ile Selânik'ten Kütahya'ya gelip oruç yediği için boğazına kurşun akıtılıp öldürülen Deli Şükrü Baba'nın beyitlerinden bir tanesini de ben kitabıma yazıyorum:



Şaha doğru giden kervan
Şeritten al indir beni
Düşmüşüm elden ayağa
Al elimden kaldır beni.

Al elimden düşmiyelim
Doğru yoldan şaşmıyalım
Derdimiz çok taşmıyalım
Böyle bildir Şaha beni.

Al elimden ferman eyle
Gel derdime derman eyle
Götür Pire kurban eyle
Öldür derse öldür beni.

Arıyım baldan ayrıldım
Bülbülüm gülden ayrıldım
Bir şirin dilden ayrıldım
Gülüstan kondur beni.

Yandısefilin yandı bağrı
Derdime tay olmaz ağrı
Çek katarı Şaha doğru
Önüsıra söyle beni.

Kamber oğul der hâloldum
Yandım ateşte kül oldum
Ne bir günahkâr kul oldum
Böyle bildir Şaha beni.

---

Derdim vardır diye neye ağlarsın
Aliyi sevenin derdi mi olur
Derdinden kime şikâyet eylersin
Aliyi sevenin derdi mi olur.

Muhammed Alidir, Ali Muhammed
Hasan ile Hüseyin çektiler zahmet
Aliden özgeye eylemem minnet
Aliyi sevenin derdi mi olur.

İmam Zeynel bakır ile göründü
İmam Cafer hâl yüzüne büründü
Aleviler yüz üstüne süründü
Aliyi sevenin derdi mi olur.

İmam Kâzım, Rıza Şahi Horasan
İmam Taki Naki dertlere derman
Bizden yakın bize olşahi merdan
Aliyi sevenin derdi mi olur.

İmamın Askeri, Mehdiyi zaman
Erenler etmekte daima cevlân
Deli Şükrü dertsizlerin bu meydan
Aliyi sevenin derdi mi olur.



Görülüyor ki : Bu korkunç dâva yüzyıllarca ulusal birliği kemiren tehlikeli bir mikrop gibi Türklüğü kemirmiş ve yıkmıştır. Alevi ve Bektaşiler ; Osmanlı Türklerin gözünde, malı, canı helâl birer kâfir Kızılbaş, ve Osmanlı Türkler de ; Bektaşilerin gözünde; Yezit, Osman, düşman görünmüşlerdir. O çağda yapılan yoketmeleri vasıflandıran Osmanlı tarihçileri, Bektaşi Türklere ve hattâ Ak ve Karakoyunlu padişahlara ; Ertaki - Napâk, taifei - bağiye, Zümrei - rafiziye, gürühü - eşkiya. Ve Osmanlı padişahlarına ; - Sultan Akalimi - rum, ve Sipahilere Dilâverâni - rum diye ad takmışlardı.

Bu sakat siyasa yüzyıllarca Türkün milli varlığını baltalamış, bir taraftan Türk idare ve topluluğunun lâyık olduğu üstünlüğe erişmesine engel olduğu gibi, diğer taraftan da sayısız Türk aşiretlerini, milli bütünlükten ayırıp onları yabancı ırklara kadar sürükletmiş, milli duygularını yok etmiştir.

Yavuz'un Mısır'dan Hilâfeti alışından sonra Osmanlı devleti idaresinde güdülen dini siyaset ; Sünni ve Bektaşi ayrılığını temin etmiş, saltanat, hilâfet ve şeriatın amansız fetvaları pek çok Türk kanını dökmüştür. Bu korkunç ve kanlı siyaset, Türk milletinin yediyüz yıl gerilemesine sebebolmuştur.

Türk milletinin tarihte geçirdiği bu duraklama ve gerileme karşısında acı bir üzüntü duymak her Türk vatandaşın milli bir ödevi, Vali Ali Kemali Cumhuriyet devrinde yazdığı Erzincan tarihinin çeşit yerlerine hâlâ doğu illerimize Kürdüstan, demekte ve eserinde bir Sünni - Kızılbaş dâvası gütmekte, Erzincan, Dersim ve doğu Anadolu'daki Alevi aşiretlere Kürt, Kızılbaş diye gelmiş bu Türk kabilelerinin milli birlik ve bütünlükten ayrılmalarına ve felâkete sürüklenmelerine sebebolmuştur. (4)

Buraya kadar verdiğimiz bilgilerden anlaşılıyor ki, Erzincan tarihinin Alevi ve Bektaşileri,  Kürt, Kızılbaş, İrani ve Şii diye vasıflandırması ve onları Şah İsmail'in askeri tanıması tamamen yanlıştır. Esasen Şah İsmail'in Türk topluluğuna ve Türk kültürüne karşı bir kasti yoktu. Eski Erdebil tekiyesinin sahibi olan Şah İsmail'i, İran hars ve edebiyatından fazla bir Türk şâiri olarak yetişmişti. Tasavvuf akidesine bürünen bu zat Şah olduktan sonra yazdığı bütün şiir, nefes, koşma,deyiş ve gülbânklerinde Anadolu'daki Alevi şâirler gibi konuşmuş, birçok âyin-cem türelerini kurmuştur. Bu ozan bütün deyişlerine bir kelime Arabi ve Farisi katmadan eski Türkçe ile yazmıştır. Şah İsmail bu öz Türkçe edebiyatiyle Acemlerden fazla Türkleri ve en çok Horasan, Türkistan ve Azeri Türk kabilelerini kendisine bağlamış, bu sade ve gönülcü deyişler Türk halkının ruhlarına zevk verdiği için bunlar "Şah, hatayı" mahlesi altında Anadolu köylerinde ve hattâ İstanbul saraylarında vecitle okunmuş, Padişah İkinci Bâyezit ve çoğu Alevi, Bektaşi olan Yeniçeriler bu nefeslere kelle kesmişlerdi.

Şah İsmail'in Arabistan'dan İran'a geçen ve tasavvufla karışık bir şeriat ve Kur'an ahkâmı üzerinde kurulan Şiiliğe büyük bir hizmeti yoktur. Bugün Acem dili ile yürüyen Şiilik şu esaslar üzerinde kurulmuştur:

- Kudret ve kuvveti akıllara sığmıyan şeriksiz ve kadir varlığını âyana çıkarmak istemiştir. Ve kâinatı yaratmazdan önce Muhammed - Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ve on iki imam ervahını yaratmış, kendi nurundan bunlara nur vermiş, ve bunların hatırına cihanı ve diğer ervahı hâlk etmiştir. Ve bunun için Kur'an da (levlâke, levlâke lemâhalekatuleflak) demiştir. Kendi keremiyle bunlara can vermiş ve kerâmeti bunlarla hâlk etmiş, bu sebepten (velekâd keremna beni âdeme) âyeti nazil olmuştur. Peygamber ve ehli beytinin (5) sevgisini kullarına farz bırakmış ve bu sebeple (kullâ ese'üküm âleyhi ecrün illel müveddeti filkurba) âyetini indirmiştir. Ve ehli beyti için bütün mahlukattan üstün ve eşref yaratmış, bunun için ( İnnema yeridüllâha liyezhep ankümül ricse ve ehliibeyti yutahırüküm tathıra) âyeti inmiştir.

Büyük Hâlik cismani şekilde ilk önce Adem'i yaratmış, Muhammed - Alinin nurunu ona emanet bırakmış, bu nur bütün Peygamberler dolaşarak Abdulmuttalip'te ikiye ayrılmış, Nübüvvet kısmı; Hazreti Muhammed'e ve İmamet kısmı Hazreti Ali'ye geçmiş. Bu bölünen nur Fatıma'da tekrar birlşemiş, İmam Hasan ve İmam Hüseyin ile on iki imamda (6) dolaşarak son imam olan Mehdi'de karar kılmıştır. Mehdi ise, Sermen Ray kasabasında sır olmuş, kıyamette zuhur edecektir.

Hazreti Peygamberle Ali bir nurdan ve sırdan yaratıldıkları için daha Ali ana rahminde iken peygambere itaat etmiş ve onun kucağında büyümüş, bütün esrarı ilâhiye ve mirâç hâdidesi onların da arasında geçmiştir. Bu sebeple, Peygamber, Ali'ye : "Enne ve Ali Min nuru vahidin" Lâhmike, lâhmi. cismike, cisma. Ruhike, ruha diye buyurmuştur. Peygamber, son haç yılı Kübe'yi tavafa giderken Gadırhum mevkiinde ; (Men künte mevlâhu feâli mevlâhü) hâdisini okuyarak Ali'yi kendisinden sonra İslamların mevlâsı ve vâris tâyin etmiş. Kur'an'ını ve evlâdını İslamlara emanet etmiş ve "- Benden sonra sakın küffâr gibi iki partiye ayrılıp birbirinizin boynunu vurmayın" diye emir buyurmuş. Ve hazır olan bütün eshâp bunları kabul ve ikrar ettikleri halde, Ebubekir, Ömer, Osman, Peygamberin vefatında cenazesi başında Ali'yi yalnız bırakarak Hilâfeti gasp etmişler, Ali Peygamberin emirlerine sadık kalarak kılıç çekmemiş ve her üç Hâlife devrinde bu hakkını aramamıştır. Hilâfetin bu suretle hakkı olmayanlara geçmesinden, ve bunlardan Emevilerin eline düşmesinden ötürü Peygamber ailesinin üzerine belâlar yağmış ve Kerbelâ fâciasını doğurmuştur. Kur'an'ın âyetine ve Peygamberin hâdisine karşı aykırı hareket edip Peygamber ve evlâdına cefa edenler hakkında Tevellâ-teberrâ her İslâm için farzdır.(7)

Yine Şiâ mezhebine göre : Bu mezhep Hazreti Peygamber zamanında varmış. Şiâ; Arapça ahlibeytin dostu demekmiş, diğer üç halife hilâfeti gasbettikten sonra bu mezhepten çıkmışlardır. Bu mezhep Ali ile yaranları arasında gizli bir sır halinde kalmış, ve bu mezhep Ali evlâtlarından beşinci imam İmami Câferi Sadık tarafından düzenlenerek İran'a geçmiştir. Sonradan Emevi ve Abbasiler tarafından kurulan mezhepler birer siyasi mezheplerdir. Bunlar Ali - Resulün hakkını ketim etmişlerdir. Şiâ ve Câferi mezhebinde Kur'an'ın ahkâmı tatbik edilir. Beş vakit namaz, ramazan orucu, hac, zekât ve kelime-i şehadet. Bunların cümlesi Câferi mezhebi üzerine kılınır. Namazda el bağlanmaz, secde yerine ehlibeytin adı yazılı bir taş konur. Kelime-i şehâdetin sonunda "Eşhedi enne Aliyün - veliyullâh" denir. Hac ise hem Kâbe, hem de Kerbelâ ile Meşhede gidilir. Ayrıca üç gün Muharrem orucu ile Muharremin 10 uncu günü Aşure aşını pişirir ve o gün İmam Hüseyin'in yas ve matemi için âyin yaparlar.

Şiilerin mezhebinde tasavvuf âkidesi de mevcut olmakla beraber Câferi mezhebi üzerine kurulmuş bir şeriâtla, Kur'an'ın ahkâmına tamamen riayet edilir. Onlar ancak bir ahkâmda ehlisünnet ve fıkıh ilimleriyle uğraşmaz, ve Kur'an'ı ellerindeki düsturla tefsir eder. Onlar ehli fıkıh bilginlerinin, Kur'an'ı Muâviyenin teziyle tefsir ettiklerine ve kullandıkları hâdiselerin birçoğunun uydurma olduğuna ve ehli beytin fazileti hakkında inen Kur'an âyetlerinin yanlış tefsir edildiğine ve hattâ Halife Osman çağında Kur'an'ın âyetleri toplanırken Ali'nin elinde bulunan tam Kur'an'la işlem yapılmıyarak toplanan şurada ehli beytin şanına inen birçok âyetlerin yok edildiğine inanırlar. İmam Ali'den Caferi Sadık'a geçen tefsirin, Fatimiye halifelerinden İran'a geçtiğini iddia ederler. Şiâ mezhebinde; Mitâ usulü ve dokuz kadın almak helâl sayılır.



Alevi ve Bektaşilerin mezhep ve tarikatlarına gelince:

Alevi ve Bektaşilerin itikadına göre, dünya var olmadan önce yeşil kandildeki Bezmi - elestte hak, Muhammed - Ali arasında olan bu esrarı ezeli, Peygamberin zuhurunda meydana çıkmış ve Mirâç yolundan sonra Muhammed - Ali'nin aralarında konuştukları gizli sırdan Şiâ - dost mezhebi şeklinde, Muhammed - Ali yaranları arasında yayılmış, ve ehli beyti Peygamberi ile beraber buna kırk kişi iştirâk etmiştir ki, bunlara (kırklar) denilmiştir. Kırklar gizli cemlerinde engür şerbetini ezerek bâde yapmışlar ve aşkı ilâhi ile mest olup varlıktan geçmişler, bunların kırkı bir ve biri kırk olup birliğe ve hakka ermişler ve ölmeden önce ölüm hakkın didârını görmüşlerdir. Kırklar ceminin başı Muhammed - Ali imiş. Bunlarda şöhret, şehvet, nefis kalmadığı için kendi aralarında zahiri taâttan el yumuş, hakikatta hâk ile hâk olmuşlardır. Peygamberin vefatından sonra bu mezhep Alevilik adı altında İmam Ali'nin yarânları ve talibleri arasında kökleşmiş, bu mezhep saltanattan uzaklaşarak İmam Ali, İmam Hasan ve İmam Hüseyin tarafından batın ve aşkı ilâhi yoliyle yürütülmüş ve beşinci İmam olan Cafer - Sadık tarafından Caferi mezhebi adını almıştır. Alevilik, bu mezhebin yanında ehlibeyt'in tarikatı olarak kalmış, İmam Cafer, Kur'an'ın batın mânası olan ledün ilmini mezhebinin esasına yerleştirmiş, bu ilimden ve Alevilik esrarından tasavvufla karışık olan, şeratın ahkâmı İranilere, Şiâ ve Caferi mezhebi şeklinde geçmiş, yalnız tasavvuf ve Alevilik esrarına dayanan, Caferi ve Alevi (yol) Türkistan'a ve Türklere geçmiştir.

Aslında Hâk Muhammed - Ali sevgisi olan tasavvuf, ve vahdeti - vücudden çıkan Alevilikte ; şeriât, tarikat, marifet, hakikat adlı dört kapı ile bu kapıların edep ve erkânından olan kırk makam vardır. Talib'i bu kapılara götürecek bir tarikat rehberi, pir ve mürşit vardır. Bu yolda ilk önce şeriât babında ilim tahsil edilir, ve hâk, Muhammed - Ali sevgisi yürekte yerleştirilir. Şeriât köprüsünden tarikata geçilir. Burada rehber pir ve mürşit tutulur. İkrar verilir, nasip alınır. Talib, dünyadan geçer, marifet kapısında irfana erer, oradan hakikat şehrine girer. Hakikat Hâk, Muhammed - Ali'ye vâsıl olur. Tanrı ile birlşir, (fenafilliâh) ve (baka-billâh) olur. O can dünyada imtihanını başarı ile verdiği için, ona mânevi ölüm yoktur. Ölürken, don değiştirip, vahdet âleminde, arş ve küste seyran eder, her yerde hazır ve nazır olur.

Alevilik, Hasan-ı Basri'den sonra, Emeviler ve Abbasiler devrinde Türkistan'a geçen İmam Ali evlâtlariyle Türklere geçmiş, Horasan, Nişabur ve Türkistan'ın İran'a yakın kısımlarında yayılmıştır. Erdebil'de Safeviler, Zahidi Geylâni ve Belh tekiyeleri, Şeyh Osmanı Mağribi, Ebuâli-Hasan, Şeyh Ebülkasımi Gürgâni, Fazıl ibni Muhammedil-Tusi, Bâyezidi-Bestami, Hace - Yusufülhemedani, Şeyh Lokmanil - Horasini ve Ebülhasani - Harkâni gibi Türk bilginleri Aleviliği ve tasavvufu gittikçe genişletmiş ve bu âkidelere eski atalarından kalmış Şamanilikten bazı türeler katarak, Türk halkını irşâda başlamışlardır. Hace Ahmedi Yesevi, son bir düzeltme ile bu tarikatı kendisinin sırdaşı ve damadı olan Sadattan Hacı Bektaşi Veli'ye devir etmiştir. Hacı Bektaş Aleviliğin ana hatlarına dokunmadan ona bazı edep, erkân kaidelerini katarak (Bektaşi) tarikatı adiyle intişara başlamış, ve 680 - 1264 tarihinde Anadolu - Kırşehrine geçerek tarikatını doğu ve iç Anadolu ve Rumeli'ndeki Türklerin çoğuna aşılamıştır.

Yukarıda açıkladığımız gibi aslından bir olan Alevilik ve Bektaşilikte : Bütün mevcudat ve mahlukattan kutsal insandır. Ulu Tanrı, Adem'i yaratırken, kendi nurunu ve cemâlini ona vermiştir. Tanrı insanı - kâmilin özünde ve yüreğindedir. Cihan varolmadan Cenabı Hak, Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan, Hüseyin ervahını yaratmış, bunları fezâda yeşil kandilde asmış, on iki imam on dört masumu bunlarda saklamış, ve esrarı - ilâhi elest - bezminde bu kandilde Hak, Muhammed - Ali arasında konuşulmuş, bu muhabbet - aşk, esrarından doğan muhabbet cevherinden kâinat var olmuştur. Bu sebepten ehlibeytin on iki imam ve on dört masumu pâkin sevgisi mahlukata fars olmuştur. Her kul için bu sevgi ve aşkı ezeli ile kendini yakıp Allaha kavuşmak mümkündür. "Menarafa, nefsehu fekadarafa rabbehu" kelâmine uyup nefsini bilenler Allahını bilir. Hırs, nefs, şöhret, şehvet, bütün kötülüklerden ve dünyadan el çeker. Kalıbını kötülükten silerek Tanrıya mekân eyler. Kalbin gözünü, açar, zahir batın her şey ona aşikâr olur. Böyle bir insani - kâmilin işleği, özü sözü haktır. Bu makama erişenlere, "insani - kâmil" denir. Eğer Peygamber evlâdı ise "mürşidi - kâmil" olur. Talibin bu mertebeye erişmesi ve o mürşide varlığını teslim ederek ikrar ve nasip alması, Hak, Muhammed - Ali, on iki imam, on dört masuma imam etmesi şarttır, denilmektedir.

İkrar ve nasip: Hak, Muhammed - Ali'ye ikrar iman ve bütün günahlara tövbe, eline, beline, diline sahip olmak demektir. Bektaşilik esrarı hakkında yazılan bazı eserlerde okuduğumuz gibi ikrar alacak can, meydanın kapısına kadar gelir, burada rehberin kestiği nasip kurbanının kanına boyanmış on iki telli bir ip (tigibent) rehber tarafından boğazına takılarak meydana, pirin huzuruna getirilir. Dini bir merasimle tövbe ettirilir. Cem tutulur, sazlar çalınır, kurbanlar kesilir, ikrar verilir. İkrar veren canı dünyanın kötü işlerinde ölmüş sayılır.

Alevi ve Bektaşi tarikatının içtimai esaslarında: Ayin - Cem en başta gelir. Ayin - Cem, dem ve muhabbet, aşk, kırklardan kalmadır. Bu yola girenler gürühü nacidir. Gürühü naciye mensup olan talib ve müminler, âyin - cem meydanında toplanırlar. Meydan özel surette yapılmış büyük bir damdır. Burada pir, veyahut mürşit ile rehber postu vardır. Mürşit veya pir, âyin - cemin başıdır. Rehber taliblerin maddi ve manevi kılavuzudur. Bunların her birisi postunda oturur, âyin -ceme evvelce ikrar almış veya o gün alacak kadın ve erkekler gelebilir. Bunlar ikişer, dörder, meydan kapısından içeri girer, meydanın ortasında dikilirler. Her grubun elinde meyve ve çörek gibi (niyaz) adı verilen bir lokma var. Bunlar pirin emriyle rüküâ gelir. Bir taraftan verilen Türkçe bir gülbânk duâsından sonra piri tavâf ederek ve bütün cemaât tam toplandıktan sonra pir veya mürşit tarafından oniki hizmetçi tutulur. Bunların her birisinin ayrı ayrı bir Türkçe gülbânkle duâları ve ödevleri verilir.

Hizmetçiler şunlardır: Halife, kapıcı, çirağı, niyazcı, aşçı, saka, selman, üznükçü, çavuş, zakir, kurbancıdır. Bektaşi ve Aleviler, serini ver, sırrını verme buyruğuna fazla bağlı oldukları için, ilk önce kapıcıyı kapıya diker ve bu suretle yabancıların âyin - ceme girmelerine mâni olurlar. Çavuş âyin - cemi gözler. Birisinden yolsuzluk çakar, veya birisinin bir bacıya kötü gözle baktığını görürse hemen pir'e haber verir. Ceza tertip edilir. Diğer hizmetçilerin her birisi öz hizmetine canla başla başlar. Zakir pirin emriyle sazını ele alır, kulhümmet, Hatayi, Virani, Nesimi, Noksani, Seyrani, gibi Alevi - Bektaşi ozanlarının deyişiyle nefeslerini söyler, herkes susar ve vecitle dinler. Bu fasıldan sonra, saki su, veya dem dağıtır. İkinci fasılda semâ deyişleri söylenir, semâlar döner, pirden başka bütün cem ayağa klakar, hak, hak sedaları ortalığı çınlatır. Semâdan sonra diz üstü edep, erkân oturulur. Oniki imamların Hak, Muhammed, Ali'nin adlarını terennüm eden deyiş ve nefesler söylenir. İmam Hüseyin aşkında yazılan mersiyeler okunarak göz yaşları akıtılır, ve pirin verdiği bir duâ ile merâsime son verilerek, et, pilâv, niyaz ve lokmalar ceme dağıtılarak son bir gülbânkle ceme son verilir.

Deyiş söylemede niyaz dağıtmada gülbânk vermede, sigara içmek, su istemek, konuşmak yasaktır. Böyle yapanlar dara kalkar, ceme niyaz getirirler. Yol ve erkân için pirin cemdeki buyruğuna itiraz yoktur.

Bektaşilikte bâde helâldir. Aşıka aşk, fasıka fısktır. Hak aşkına içilirse gönül cilâ bulur. Ceme ilâhi aşk gelir. Gözlerden yaş akar. Allahın yarattığı kullardan hiç kimse hor ve kâfir değildir. He milletin dini ve süreği kendisine haktır. Bunlar arasında kendisini bilenler ve ehli-hâl olanlar Allaha kavuşabilir. Özünü pişirmeyenler yabanda kalır ve hakkın didârına yetmezler. Bir talib herkesten aşağı olarak kendini görür. Yalnız Ali ve evladına kasdeden yazit, kanlıdır ve domuzdur. Yezide, Muhammed-Ali düşmanlarına karşı teberrâ şarttır. Ali'yi sevenlere ve hakikata erenlere karşı tevella - muhabbet buyruktandır. Bir talib, herkesten önce kendi kusurlarını görmeli ve kendisini cemde oturanların hepsinden küçük bilmelidir. Bütün cem, bir öz, bir ceset ve bir candır. Bu birlik pir veya mürşidin özünde birleşmiştir. Pirin buyruğu özü, sözü haktırç Rehber, pirin buyruğiyle taliblere hak yolunu gösteren bir tarkat delilidir. O her yıl bütün talibleri gezer, yoklar işledikleri suçları pir'e haber verir. Ağır suç işleyenler hak yolundan sapanlar varsa; bunları pirin huzuruna getirir, cezalar verilir, ve tövbe ettirilir. Yalan, gıybet, zina, hırsızlık, katil için en ağır cezalara tertibelidir. Cemde gönül kırmak, şehvete dalmak, riyâ ve kibir göstermek hiddetli olmak, haram lokma yemek, muhabbet aşırı söz konuşmak yasaktır. Bir talib her yerde ve işleğinde eline, beline, diline sahip olmalıdır. Ve nefsinin yularını sıkı tutmalıdır. Nefsi yıpratmak için onu aç bırakmak aşkı ilahi ateşiyle kendini yakıp pişirmek lâzımdır. Hakka ve ehlibeyte kavuşmak için yegâne çare aşk ve göz yaşıdır. Ehlibeytin katarına karışmak için hüseyin'in aşkına kanlı yaşlar döküp varlığından geçmek lâzımdır. Mürşidin eteğini tutmak ve evladı resule sevgi göstermek farzdır. Çünkü onlar Seyyidülbeşerdir.


Alevilik ve Bektaşilikte (tenasüh) de vardır. Hakikata ve irfana erenler, aşka girip nefislerini hak yolunda yok edenler, yani ölmeden önce ölenler, gözlerini ebediyete yumdukları zaman kalb değiştirirler, gerçekte böyleleri ölmezler, ebediyen haydırlar, hakikata ermeyenler, Hak Muhammed - Ali'ye iman etmiyenler, mürşide ikrar vermeyenler, dünyaya tapanlar, insanları incidenler, nefisleri uğrunda dünyaya kötülük yapanlar. Hakkın buyruğunu tutumayanlar, öldükleri gün onların ruhları kötü hayvanlara girer, kalıptan kalıba geçer, bu şekilde azab görürler.

Alevilik ve Bektaşilikte hurufilik de vardır. Aleviler, levlâk, levlâke, âyeti gereğince, kâinat ve mevcudatın varlığına sebep olarak Muhammed - Ali ve evlâdını bildikleri için, bunları mevcudatın aslı olarak görürler. Cenabı Hak, Muhammed - Ali ile ilk kelâmı söyleşirken esrarı - ezeliyesinin ve kâinatın vücudunu kelâm ile emir etmiştir. sonradan inen Kur'an ve kelâmın mahsulüdür. Kur'an'daki kelâmın aslı ise yirmi dokuz harftir. Hazreti Muhammed ve İmam Ali ile beraber oniki imam, ondört masumu - pâk (8) Hatice, Fatıma 29 eder. Kâinatın aslı ve aşkı ilâhinin mânası bunlardır. Cenabı Hak kendisini bunların yüzünde ve Adem'in vechinde göstermiştir. Adem, insan, tanrını timsalidir. Ve mahlukatın eşrefidir. Adem'in yüzünde (sebalmesani) denilen yedi kat ile (esmal-hüsna) vardır. Bu sebepledir ki, bir insan, bir insanı-kâmil bir kâinattır. Gerçek Kâbe, (beytullah) bir mürşidi-kâmilin özüdür.

Bütün Alevi-Bektaşi türelerini ve bu yolun gizli inanılarını kitabımıza alamadık. Çünkü, bu uzun bilim konumuzun dışına çıkabilirdi. Bu bilgi ve izahtan kastım, Erzincan tarihinin iddia ettiği gibi, Alevi ve Bektaşilerin Kürt, İrani ve Şii olmadıklarını belirtmektir. Ve bu tarikatın ancak Türklere mahsus bir yol olduğunu, Aleiv - Bektaşi şâirlerin geçmişte edebiyat ve kültürümüze ve Türklüğe önemli hizmetler gördüğünü, ispat etmektir. Ve bu kısım üzerinde biraz daha duracağım.

Alevi ve Bektaşi ozanlar, Türk devleti idaresinin ve resmi dilin Arapça ve Acemce ile dolduğu çağlarda bile, deyişlerini milli vezinle söylemiş, yabancı kelimelerden sakınarak Türklükleriyle övünmüşlerdir. Binlerce örneği olan bu deyişlerden yalnız Elmâli tekiyesi sahibi Abdal Musa Sultan'ın bir deyişini kitabıma alayım:



Kim ne bilir bizi nice soydanuz,
Ne zerre ottan, ne hod sudanuz.

Bize meftun olan marifet söyler,
Biz Horasan mülkündeki boydanuz.

Hızır İlyas bizim yoldaşımızdır,
Ne zerre günden, ne hod aydanuz.

Yedi tamu bize nevbahar oldu,
Sekiz uçmak içindeki köydenüz.

Yedi deniz bizim keşkülümüzde,
Hacem umman ise biz de göldenüz.

Bizim zahmımıza merhem bulunmaz,
Biz kudret okuna gizli yaydanüz.

Turda Musa durup münacât eyler,
Neslimizi sorsan bizi (Hoy)danüz.

Ali geldim Musa adım bahane,
Güvercin donunda kondum cihane.

Abdal Musa oldum geldim zamane,
Arif anlar bizi nice sırdanüz.


Yalnız bu deyiş, Alevi ve Bektaşilerin, Türk dilli ve milli duygulara ne biçim bağlı bulunduklarını bize gösteriyor. Bu konu üzerinde önemli araştırmalar yapan Aksaray mebusu sayın Besim Atalay, (Bektaşilik ve  edebiyat) adlı eserinde diyorki: 

(Bektaşilik hemen bütün istilâhlar Türkçedir, nefesler, ilâhiler, Türkçedir. Başka tarikatlardaki İran hars ve lisanının tesiri Bektaşilikte görülmez. Bu hemen Türklere mahsus bir tarikattır. Harsı, dili, vezni, duygusu ve edebiyatı Türkündür ve Türkçedir. Hattâ Bektaşiliğin mevcut bulunmadığı zamanlarda bile, Anadolu Türkleri arasında bugünkü Bektaşi edebiyatına benzeyen bir edebiyat vardı. Bektaşiliğin Türk halkı arasında bu kadar sağlam yayılmasına başlıca sebep, Bektaşi babalarının halktan doğmuş, ve halk gibi sade, basit ve teklifsiz bulunmalarıdır. Filhakika, şarktan gelen babalar, Seyyitler, Nakipler, Pirler, Mürşitler, Aleviliği Anadolu'da o kadar ehemmiyetle neşre başladılar ki, Yavuz Sultan Selim'in zavallı Türklüğe çaldığı keskin kılıcından olmasaydı, bugün bütün Anadolu'da yalnız bir Bektaşi tarikatı vardı. Bu tarikat Türklerin öz malıdır. Bazı tortuların karışmış olması bu hüküm ve kaideyi bozamaz. Türk bu öz edebiyatının karşısında derin bir vecit duyar. Bedii bir hâz alır âdeta gaşşolur.)

Yine Besim Atalay bu eserinde Türklerin niçin Aleviliği kabul ettikleri bahsinde : - Türklerin Kutybe tarafından cahil bırakıldıklarını, ve kitaplarının yakıldığını, yazılarının yağma edildiğini, ve aklı erenlerin öldürüldüğünü ve halkın tamamına dinin telkin edilmediğini ve Türkmenlerin dini telkinattan çok uzak kaldıklarını, ve bunların eski dinlerinden pek çok şeyler unutmayıp Anadolu'ya geçişlerinden sonra İran'da tessüs eden kuvvetli bir Türk edebiyatını, Türk dilinden söylenmiş, mersiyeleri, nefesleri, şarktan gelen Türkler vasıtasiyle öğrettiklerini, ve eski dinlerinden metrük kalan birçok âdetleri bunlarla birleştirerek bir felsefe halitasını vücude getirdiklerini, hülâsa ederek ve :

(- Zaman zaman, şarktan Anadolu'ya geçmiş olan davetçilerden birisi, bu suretle etrafında beş on köy toplamış ve onlara rehber olup kalmış, ve bu davetçilerin en son gelenleri de , Haci Bektaşi Veli'nin şuraya buraya göndermiş olduğu halifeleri ve arkadaşları olmuştur.) diyor.

Kadri Kemal Kop, (Düşünce ve Araştırmalarım) adlı eserinin 46-ncı sahifesinde:

(13-üncü yüzyıldan sonra Türkmenler arasında aslında Şamanilikten alınan birtakım yeni akideler sokmağa başlanıldı. Bunların hepsi de köylü kafasının kolayca anlıyabileceği şeylerdi. Aynı zamanda Şii kaide ve inanışlarına çok uygundu. Anadolu Türkmenleri bu kaide ve anânelerin tesiri altında kalarak çeşitli adlarla adlandılar. Babailer, Bektaşiler, Kızılbaşlar, Tahtaçiler ve Çipniler.) diyor.




Türklerin niçin nasıl Aleviliği kabul ettikleri hakkında bende tarihimde bir bilgi vermeyi faydalı buluyorum.


Türklerin Aleviliği kabul etmelerinin birinci sebebi:

Tarihin her bir çağında gerektikçe, düşkünlere ve haksızlığa uğramışlara yardım etmekle insani ve vicdani bir zavk duyan mert ve fedakâr Türk milleti, Emeviler ve Abbasiler tarafından yoketme siyasetine uğrayan ve bu sebeple Türklere sığınan Peygamber evlâdına karşı büyük bir ilgi ve sevgi göstererek onları Arapların saldırılarından kurtarmışlardır.

Hazreti Muhammed'in vefatının birinci gününde Emevilerin entrikalariyle başlayan Hilâfet dâvasında ve kan dökmekten, manevi, bir esrar ve insani bir kemâlle uzaklaşan, ve maddi saltanat ve şöhretten el çeken İmam Ali ile kendisinden sonra aynı yolda yürüyerek fazilet, hak ve adalet uğrunda canlarını feda eden Ali evlâtları İmam Hasan ve İmam Hüseyin ve evlâdının tanrıya kavuşmak için kurdukları Alevilik ve terkitecrit yolundaki Mutu - kable - entemutu, (ölmeden önce ölmek) Menarafa nefsehu, fekad arafa rabbehu. (Nefsini bilen Allahını bilir) düsturlarını, kendilerine bir akide tanıyarak bu şart yolunda tuttukları yokluk menzili, ve mnezilden Allah kavuşmak çığırı üzerinde kurdukları tasavvuf akidesini, ve bu akidenin doğrulduğu ahlâki kemâl ve insani fazilet kapısından, insanları feragate doğru götüren, gönül, âlam ve aşkının ilâhi nağmelerini, bir tasavvuf edebiyatı halinde Türk halkına aşılamışlardı. Türk halkının yüreklerinde yer tutan bu temiz inan ve saf sevgi onları Peygamber ailesine, Alevilik ve tasavvufa sıkı bir şekilde bağlatmıştı. Türkler bu suretle Alevilik ve tasavvufun hür aşkı ve özel edebiyatının tesiri altında kalmışlardı.

Her üç Halife çağında gizli ve kendi halinde yaşayan Alevilik, Safin Savaşı ve Kerbelâ faciasından sonra müfrit bir şekil alarak Emevilerin kurdukları Nasıbi - Sünni akidesine ve dört mezhebe karşı içli bir hasım gibi meydana atılmış, bu tarikat Ali evlâtlarından beşinci İmam Câferi-Sadık tarafından Alevi-Caferi mezhebi şeklinde düzenlenip Türkistan'a karşı güdülen yoketme siyasetine karşı koyarak Ebülmüslimi Horasani kumandası altında Emevileri ortadan kaldırmış ve Hilafeti Ali evlâtlarına vermek istemişlerdi. Feragati nefis yoluna giden Ali evlâdı, bu makama geçmeyi kabul etmedikleri için bu saltanat makamı Abbasilere verilmişti. Hilâfet ve saltanat Abbasilerin eline geçince, bunlarda Emeviler gibi evlâdı Aliye ve Türklere düşman kesilerek Ebülmüslimi ve Seyyitleri babağılıkla şehit etmiş ve Türkistan'da yoketmelere başlamışlardı. Gerek bu katli-âmlarda ve gerekse Bermekiler gibi, evlâdı resulü himaye edenlerin bu yüzden akıtılan kanlariyle: her gün kafileler halinde öldürülen Ali evlâdının kanları birbirine karışmış, bunlar ayrılmaz et ve tırnak haline gelmişlerdi.

Bu kanlı hâdiseler karşısında Horasan ve bütün Türkistan'da ardı arkası gelmiyen isyânlar başlamış ve Ali evlâdının tahta geçmesi istenilmişti. Bu siyasi durumdan korkan Abbasi Halifesi Memun, Ali evlâtlarından sekizinci imam olan İmam Ali - Riza'yı veliaht tâyin ederek "Rey" şehrine götürmüştü. Memun'un bu siyaseti, bütün Abbas oğullarını telâşa düşürmüş, bunlar Memun'u kınayarak yaptığına pişman kılmışlardı. Memun'un bu zorluk karşısında İmam Ali - Riza'nın hayatına kastedip, 22 - 786 tarihinde Tus şehrinde İmamı zehirleyerek öldürmüştü. İmam Ali Riza'nın kimsesiz kalan ve yoketmek istenilen evlâtları, ve kardeşleri Horasan ve Nişabur'a kaçıp Türklere sığınmışlardı. O çağdan sonradır ki, Türkistan'da Alevilik tam yerleşmiş, Batını, Ahi, Hurufu gibi aynı inan üzerinde kurulan çeşit adlı tarikatlar Türkistan'ı doldurmuş, Aleviliği, tasavvufu ve bu tarikatları ; Erdebil'de  Safeviler, Horasan, Nişabur ve Geylan'da Zahidi Geylâni Şeyh Yusufülhemedani ve Bâyezidi Bestami ile devrin Seyyitleri idare etmişlerdi. Bu Alevilik ve tasavvufu akide en son büyük Türk bilgini Hace Ahmedi Yesevi tarafından düzenlenerek H.677 yılında İmam Ali Riza evlâtlarından Haci Bektaşi Veli'ye geçmişti.

Haci Bektaş, tarikatını uğradığı yerlere yayarak H.680 inci yılında Nişabur'dan çıkmış, maiyetindeki sayısız Horasan pir ve erleriyle İç Anadolu'ya geçmiş, Osmanlı Padişahları Sultan Murat ve Sultan Orhan'dan yardım görmüş ve hattâ yeniçeri ordusuyla Anadolu Türkleri bektaşiliği kabul etmişlerdi.


İkinci sebep olarak: Haccac ile Kutheybe ve Abbasi serdarlar, Türkistan'da katli-âmlar, yağmalar yaparken, bu hareketlerinin Gaza-cihat ve şeriata uygun olduğunu ve kendilerinin "ehli sünnet" olduklarını ileri sürmüş, ve bu perde altında teslim olan hattâ İslâmiyeti kabul eden Türk halkına sonsuz zulümler yapmışlardı. İdare başında bulunan Abbasi ve Emevi halifeler; "biz peygamber vekiliyiz" diye övünürken ve bu zulümleri görmüş ve işitmiş bulunurken halkın feryadını işitmez ve üstelik olarak Türklerin yokedilmesine çalışırlardı. İslâmiyeti yeni kabul eden Türkler, bu zulümleri gördükçe, bunların "Ali ve evlâdına" sövdüklerini ve canlarına kastettiklerini işidince, bu zümrelerin gerçekten İslâm ve Peygamber vekili olmadıklarını anlamışlardı. Türk halkı, İslâmlık ve şeriât perdesi altında kendilerine yapılan bu zulümü, Peygamber ailesine reva görülen yoketmeyi gördükçe ehli sünnet ve şeriâttan iğrenerek Türkistan'a kaçan Ali evlâtlariyle birlik olmuş ve şeriâta aykırı giden Aleviliğe bağlanıp kalmışlardır.

Şimdiye kadar, Bektaşilik ve Alevilik hakkında birçok eserler yazılmış bu eserlerin bazılarında Alevilikle Bektaşilik akideleri ayrı ayrı olarak vasıflandırılmış, ve bektaşi esrarı üzerinde muhtelif fikirler yürütülmüştür. Gerçekte bir olan Alevi ve Bektaşiler yalnız Babailerle, Çelebiler, Belden gelme ile Ocakzadeler, mücerret ile mütehhil noktalarına ihtilâf çıkmışlardır. Kuruluş, inanış, türe, edep, erkân ve bütün merasimi birdir. Bu gerçekliği daha fazla genişletmek, Alevi ve Bektaşi erkânının tomarını yazmak konumuzun dışında kaldığından tarihimizin diğer kısımlarına geçiyorum. (9)












(1) Tarihi olaylar arasında bu aşiretlerden bilgi verilcektir.
(2) Bu secerinin bazı tarihi kısımlarını aşağı fasıllarda kitabımıza alacağız.
(3) Kadri Kemal Kop eserinde Pir Sultan Abdal'ın iki deyişini birleştirerek yazmıştı. Ben bunların eksik kalan parçalarını da ekledim.
(4) Bu mevanda doğu illerimizin sarp dağlarına sığınan bu Alevi türk aşiretler de büyük hatâlar işlemiş, kendilerinin tip, örf, âdet, soy ve boylarından ve son tarihi araştırmalardan ; Türk olduklarını anladıkları halde milli sevgi ile yürekleri çarpmamış, Cumhuriyet Büyük şefkati karşısında Milli ödevlerini yapmamışlardır.
(5) Ehli beyti Peygamberi Muhammed, Ali, Fatıma, Hasan ve Hüseyin'dir.
(6) On iki imam : Ali, Hasan, Hüseyin, Zeynelabidin, Muhammed Bakır, Caferisadık, Müsayi - Kâzım, ali - Rıza, Muhammed, Taki, Ali - Naki, Hasanıl - askeri, Muhammed Mehdi'dir.
(7) Tevallâ, Muhammed - Ali'nin dostlarına dost, teberrâ düşmanlarına düşman gözüyle bakmakdır.
(8) Masumu Pâkler : oniki imamın evlâtlarıdır.
(9) Alevilik - Bektaşilik tarihi ve esrarı için yazılan eserlerin en gerçekleri üstat Ziya Şâkir'in Mezhepler Tarihi ile öğretmen M.Tevfik Oytan'ın Bektaşiliğin İç Yüzü adlı eserleridir.




Not: Konuyla ilgili diğer bir kitap ise: Nasıl Müslüman Olduk? - Erdoğan Aydın